2 Ekim 2017 Pazartesi

Mirsaid Sultan Galiyev ve Millî Komünizm / Doç. Dr. Ayşe Azade Rorlich


Müslüman Ulusal Komünizmi, yüzyıllar boyu süren sömürge yönetimi ve Ruslaştırma politikaları tarafından yabancılaştırılan eski Rus İmparatorluğu'nun yönetimi altındaki Müslümanların ihtiyaçlarına bir cevap olarak Sovyet Rusya'nın kuruluş yıllarında doğan bir ideoloji ve siyasi programı temsil etmektedir. Bir doktrin olarak tutarlılıktan ve bir sosyo-politik hareket olarak da homojenlikten yoksun olan Müslüman Ulusal Komünizmi, Bolşevik rejimiyle ortaklık fikri ile sarmaş dolaş olan Müslüman entelektüellerin, milletler arasındaki eşitsizliği sona erdirmede sosyalizmin başarısız olmasıyla hayal kırıklığına uğramalarından sonra ve "ulus sorununa" bir çözüm getirme arayışıyla bir siyasi gerçeklik olarak şekillenmeye başlamıştır.

Ulusal/milliyetçi komünizmin savunucuları ve uygulayıcıları olan bütün Müslüman entelektüeller, çoğunlukla Cedidizm diye atıfta bulunulan ve temel amacı İslam ile modernliği uzlaştırmak olan Müslüman modernizm hareketinin birer ürünüydüler. Bu aydınlar, bu amaca ulaşmak için açıkça İslam'ın esaslarına dayanarak ve dogmaların eleştirel yorumu anlamına gelen İçtihat'ın tutarlı ve düzenli birer uygulayıcısı olarak yola çıktılar.

Müslüman Ulusal Komünistler, cedidcilerin hızla değişen dünyada Müslümanların karşılaştıkları artan meydan okumalara karşı bir çözüm arayışında taklit anlayışını reddettikleri gibi açık bir şekilde Marksizme dogmatik yaklaşımları reddetmekteydiler. Tıpkı İslam ve Modernitenin uyumunu sağlamada kurtarıcı bir çözüm temin eden içtihad gibi, Marksizm'e, dogmatik olmayan hatta yerleşik inanışlara/yaklaşımlara karşı çıkan bir anlayışla yaklaşım, kendi uluslarının geleceğine dair Müslüman Ulusal Komünistlerin içine düştüğü ikileme bir cevap olabilirdi. Marksist sınıf teorisi ile İslam'ın ümmet (inananlar topluluğu) kavramını birleştirerek, Müslüman Ulusal Komünistler, sömürge altında bulundukları geçmişleri sayesinde bütün Müslümanların "proletaryan halklar" olduklarını ileri sürmüşlerdir.

Sovyet Rusya'da Müslüman Ulusal Komünizmin en önde gelen temsilcisi Mirsaid Sultan Galiyev'dir. Komünist devrimin belirli özellikleri hakkında, İslam bağlamındaki teorileri Ulusal Komünist teoriyi şekillendirmiş ve sadece Sovyetler Birliği'nin Müslüman bölgelerinde kabul görmekle kalmayıp, Sovyet sınırlarını hayli aşarak, Mısır ve Cezayir gibi ülkelerin liderlerini de etkilemiştir.

Mirsaid Sultan Galiyev, 13 Temmuz 1892 tarihinde Başkurdistan'ın Sterlitamak bölgesindeki Şipayevo köyünde dünyaya gelmiştir.1 O, bir halk okulunda Rus dili öğretmeni olan Haydar-Gali ile fakirleşmiş bir Tatar asilinin (Mirza) kızı olan Aynilhayat'ın oğlu olarak doğmuştur. Babasının öğretmenlik göreviyle alakalı olarak sık sık tayininin çıkması yüzünden Mirsaid ve ailesi sık sık göç etmiş ve sonunda 1903 yılında babasının köyü Karmaşkalı'ya yerleşinceye kadar Başkurdistan'ı baştan başa dolaşmışlardır.

Köy medresesinde dört yıl okuduktan sonra, Mirsaid Sultan Galiyev, 1907 yılında Kazan Öğretmenlik Okulu'na girmiş ve 1911 yılında sınıf birincisi olarak mezun olmuştur. Bu sıralarda, yerel zemstvo tarafından yayınlanan bir gazete olan Ufimskiy Vestnik'e pek çok makale göndermek suretiyle katkıda bulunarak gazeteciliğe de giriş yapmıştı. Sultan Galiyev'in gazetecilik faaliyeti yıllar geçtikçe artmış, aralarında Koyaş (Kazan), Vakit (Orenburg), Turmış (Ufa), Il, Söz (St. Petersburg) gibi Tatarca ve
Ufimskiy Vestnik (Ufa), Narodniy Uçitel' (Moskova) ve Bakü, Kavkazskoe Slovo, Kavkazskaya Kopeyka (Bakü) gibi Rusça süreli yayınlara katkılarda bulunmuştur. Gazeteci kimliğiyle bir çok mahlas kullanmıştır: Karmaskalı, Kulku-Baş, Kandemir, Timurleng, Sukhoy, On, Sin Naroda, Uchitel' ve Tatarin gibi... Ancak, gazetecilik onun temel gelir kaynağı haline Bakü'ye göçtüğü 1915 yılında gelmiştir. Bu tarihe kadar bir köy öğretmeni, eğitimden sorumlu bir Zemstvo memuru ve bir Zemstvo (Sterlitamak bölgesinde) tarafından Rusya İmparatorluğu'nda açılan ilk Tatar halk kütüphanesinde kütüphaneci olarak çalışmıştır.

Romanov hanedanının sonunu getiren 1917 Şubat Devrimi, Sultan Galiyev ve öğretmen eşi Rauza'yı Bakü'de yakalamıştır. Ancak, Mayıs ayında devrimci bir dönüşüme sahne olan Petrograd'a gitmişler ve eski Rus İmparatorluğu'ndaki Müslümanların geleceği için yeni siyasi gerçekliğin sunmakta olduğu fırsatları yakalamaya çalışmışlardır. Daha 1917 Şubat Devrimi sırasında, Sultan Galiyev kendisini, her ne kadar tevazu içinde de olsa, "bir çırak devrimci" olarak ilan etmişti. Sultan Galiyev'in radikalleşmesinde birkaç unsur etkili olmuştur. Her şeyden önce O, daha çocukken, babasının kıt kanaat öğretmen maaşı ile yaşamaya çalışan kendi ailesinde ciddi bir yoksulluk tecrübesi yaşamıştı. İkinci olarak, babasının izini takip etmek suretiyle bir köy öğretmeni olduğunda köy yaşantısını ve sosyal adaletsizliği bizzat kendisi gözlemleyerek daha derinden anlama şansı yakaladı. Üçüncü olarak, Rus yönetimi altında yaşayan Rus olmayan biri olarak, O, Rus İmparatorluğu'nun Müslümanlarının maruz kaldığı eşitsizliğin bir kısmının sömürge yönetimi neticesinde ikinci sınıf bir ilişkiye zorlanmalarından kaynaklandığını tespit etmişti.

Mirsaid Sultan Galiyev, kendi isteğiyle "devrimci yolda" ilk adımını 1913 yılında Ufa'da attı ve kendisinden başka üç öğretmen ile birlikte "Sosyalist Enternasyonel'in Militan Tatar Örgütü"nün kurucusu oldu. Bu örgütün en önemli başarılarından biri, Eğitim Bakanlığı'nın Ruslaştırma politikalarına karşı direnmek ve Bakanlık tarafından atanan Rus ve Hıristiyan Tatar öğretmenlerin hiçbirini köylerine sokmamak üzere Müslüman köylüleri seferber etmesidir. Sultan Galiyev'in gelecekteki siyasi kaygılarını şekillendirme de konunun diğer bir boyutunu teşkil etmektedir. Birinci Dünya Savaşı başladığında, o ve "yoldaşları" bir bildiriyle Tatar ve Başkurt askerlerin bir isyan başlatarak ordularını terk etmelerini talep eden bir girişim başlattılar. 1918 yılı sonrasında, Sultan Galiyev'in devrimci teoriye katkıları olarak tanımlanan, dile getirdiği görüşler tarafından bastırılan ve uzun zamandır unutulmuş olan bu mütevazı bildiri, hâlâ dikkatlerin kendisine yönelmesini hak etmektedir. Bu bildiri, işgalin ve kolonyal hakimiyetin neticelerine yönelik sergilediği duyarlılığı gösterdiği kadar, köklerini kültürel bağlarda ve akrabalıkta bulan bir dayanışma noktasını da açığa çıkarmaktadır. Bu bildiride, Sultan Galiyev ve "Yoldaşları" askerleri isyana çağırmaktaydı çünkü "Ruslar, Tatarları, Başkurtları, Türkistanlıları ve Kafkas halklarını vesaire. işgal etmekle yetinmemişler, Türkleri ve İranlıları da işgalleri altına almayı istemişlerdir."2

Ahmed Bey Salikov'un daveti üzerine 1917 Mayısı'nda Petrograd'a ulaştıktan sonra, Sultan Galiyev Iskomus (Bütün Rus Müslümanları Milli Komitesi Yönetim Kurulu) sekreteri olarak çalışmaya başladı ve 1917 Mayısı'nda Moskova'da ve aynı yılın Temmuz ayında da Kazan'da yapılan Müslüman Kongresi'ne katıldı. Sultan Galiyev, 7 Nisan 1917 tarihinde Kazan'da düzenlenen ve başkanlığı Mollanur Vahidov tarafında yapılan Müslüman Sosyalist Komitesi'nin en önde gelen isimlerinden biri oldu. Bu organizasyonun Sosyalist yönü oldukça zayıftı. Eski Rus İmparatorluğu üzerinde yaşayan Müslümanların ihtiyaçları ve refahı ile daha fazla ilgilenen bu organizasyon, Marksizm ve Pan­İslamizm melezi bir yaklaşımla, bütün dünyadaki işçilerin (proleterlerin) kardeşliğini artırmaktan ziyade sömürge altındaki Müslümanların kardeşliğini pekiştirmeye çalışmıştır.

Bolşevik partisine henüz yeni katılmış olmalarına rağmen (Sultan Galiyev Kasım'da Vahidov ise Aralık ayında katılmıştır) Kazan Müslüman Sosyalist Komitesi'nin üyeleri olarak Sultan Galiyev ve Vahidov, 1917 Ekim Devrimi'nin gerçekleştiği günlerde Kazan'daki Tatar asker ve işçilerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Ancak, Stalin'in Müslüman Sosyalist Komitesi'ni kendi partilerine üye yapmak ve bu üyelik aracılığıyla bu komiteyi kontrol altında bulundurmayı amaçlayarak harekete geçmesi, Mirsaid Sultan Galiyev'i Sovyet rejiminin ilk yıllarında ulusal politikalar yörüngesine oturtmuştur.

1918'lere geldiğinde ve özellikle de Molla Nur Vahidov'un 1918 Ağustosu'nda ölümünden sonra, Mirsaid Sultan Galiyev, Komünist Parti hiyerarşisi içindeki en yüksek konuma sahip Müslüman durumuna geldi. O, artık Milliyetler Halk Komiserliği Dahili Kollegyumu'nun (NARKOMNATS) bir üyesi ve bu örgütün yayın organı olan Jizn' Natsional'nostey'ın (Milletlerin Yaşamı) da editörüydü. Sultan Galiyev aynı zamanda 28 Nisan 1918 tarihinde organize edilen Merkezi Müslüman Askeri Kollegyumu'nun da başkanı, İkinci Ordu Devrimci Askeri Konsey'in bir üyesi ve 17 Ocak 1918 tarihinde Halk Komiserleri Konseyi ve Milliyetler Halk Komiserliği'nin kararları doğrultusunda kurulmuş olan Merkezi Müslüman Komiserliği'nin (MUSKOM) de bir üyesiydi. MUSKOM'un temel görevi Müslüman kitleleri "Bolşevikleştirmek" idi, ancak bu örgütün oluşturulması, aynı zamanda, hükümetin 1917 Şubatı'ndan beri ortaya çıkmış olan Müslüman ulusal örgütlerinin rekabetini bertaraf etmeye yönelik attığı adımların ilk somut kanıtını oluşturmaktaydı. Henüz Müslüman örgütleri yok edecek durumda olmayan hükümet, Merkezi MUSKOM'un yetkisi altında rakip örgütler kurmak suretiyle söz konusu bu örgütleri zayıflatmak üzere harekete geçmiştir.

1918 Mart'ında, daha henüz İç Savaş'ın şiddeti sürüyorken, Kazan'daki İş ve Mamadış Tavışı (Mamadiş'in Sesi) gibi Tatar dilinde yayın yapan gazeteler aracılığıyla Müslümanların siyasal eğitimine yönelik bir kampanya başlatmak üzere tüm bölgelerde MUSKOM'lar örgütlendi. Bu MUSKOM'ların ilan edilmiş görevleri Müslüman kitleleri siyasi bilinçlenme için uyandırmak ve Bolşevik rejimine destek vermelerini sağlamaktı. Ancak, Mirsaid Sultan Galiyev ve destekçileri, bu örgütleri gelecekteki Tatar-Başkurt Devleti'nin dayanacağı Müslümanların idari kurumları ve Komünist Partisi'nin altyapısını kurmak için kullanmanın yollarını aradılar. Sultan Galiyev ve Merkezi MUSKOM'un liderliğinde bulunan tüm diğer Müslümanların hedefleri ile Moskova'daki Bolşevik liderliğinin hedefleri birbiriyle çatışmaktaydı ve en yakın gözüken bir iç savaş tehlikesi bertaraf edilir edilmez Moskova Müslümanların otonomi tecrübesini sona erdirmek üzere harekete geçti. 1919 yılında cereyan eden merkezileşme fırtınası Müslüman teşkilatların çoğunu silip süpürdü. Aynı yıl Merkezi MUSKOM'un da yok oluşuna şahit olundu: 18-23 Mart tarihleri arasında Moskova'da yapılan Rus Komünist Partisi Sekizinci Kongresi, Merkezi MUSKOM'u Tatar-Başkurt Komiserliği olarak yeniden düzenlemek suretiyle kendi kontrolüne aldı. Bu karar, Moskova'nın sadece engellemekte kararlı olmakla kalmayıp, Sultan Galiyev ve kendisiyle aynı fikirleri paylaşanlar tarafından hazırlanan ve Müslümanların belirli ihtiyaçlarını dile getirmeyi amaçlayan çok yönlü bir örgütsel altyapı kurma sürecini de yok etmekte kararlı olduğuna dair hiçbir şüphe bırakmamaktaydı.

Böylece MUSKOM'un bir Tatar-Başkurt Komiserliği olarak sınırlandırılması, Devrimci Askeri Konsey tarafından yayınlanan 1 Ekim 1920 tarihli ve 2005 numaralı bir emirle Merkezi Müslüman Askeri Kolegyumu'nun dağıtılması, Tatar-Başkurt Cumhuriyeti projesinin yok edilmesi ve bunun yerine "böl ve yönet" politikalarının bir gereği olarak iki cumhuriyetin kurulması gibi unsurlar Sultan Galiyev'in Moskova'daki Bolşevik liderliğine yabancılaşmasının sebeplerinden ve devrimin vaad edip de tutamadığı sözlerinin onda yarattığı derin hayal kırıklığına sebep olan siyasi gerçekliklerden sadece bazılarıdır.3

Bu türden verilip de tutulmayan vaatlerden biri Bolşevik rejiminin Müslüman topluluklarda İslam'ın özel rolünü görmezden gelmesi ile ilgilidir ve bu konu "Müslümanlar arasında din karşıtı propagandanın metotları" başlığıyla Jizn' Natsional'nostey gazetesinin 1921 yılındaki 14 ve 23. nüshalarında Sultan Galiyev tarafından yayınlanan iki makalede özel bir dikkate mazhar olmuştur. Sık sık alıntılar yapılmasına rağmen, bu makalelere yapılan çoğu atıf, Müslüman toplumların kültürünü şekillendirmede Sultan Galiyev'in İslam'a atfettiği önemli rolü ve komünist yoldaşlarını İslam'a doğrudan saldırmamaları konusunda yaptığı uyarıları anmakla sınırlı kalmıştır. Oysa, Sultan Galiyev'in bu makalelerde dile getirdiği en önemli nokta, kültürel farklılığın siyasi etkileri ile ilgilidir. Onun, inançta birlik arka planına karşı İslam'daki kültürel farklılığı kabul etmesi, İslam'ın o gün egemen olduğu kadar siyasi diskurda ve bilim çevrelerinde büyük ölçüde bugün de varlığını sürdüren "aynîleştirici" görüşüne çarpıcı bir şekilde tersti.4

Sultan Galiyev, Müslümanlara yönelik din karşıtı propagandanın sadece Müslümanlara diğer inançlara mensup halklar arasında var olan farklılıkları ele almakla kalmayıp "Rusya'nın değişik Müslüman halkları arasındaki" farklılıkları da hesaba katması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu görüşünü ve aynı inanç içinde kültürel farklılığın mevcudiyetini belgelemek için, Sultan Galiyev örnek olarak Volga-Ural bölgesindeki Müslümanları Kazak Stepleri, Türkistan, Hive, Buhara, Azerbaycan, Kuzey Kafkasya ve Kırım'daki Müslümanlardan ayıran kültürel farklılıkları göstermiştir. Sultan Galiyev'in din karşıtı propaganda konusundaki fikirlerini göstermek amacıyla Müslüman halklar için çizdiği kültürel profil, aynı zamanda, İslamlaşma sürecinin tabiatı, şehirleşme seviyesi, gelenekler ile din arasındaki alışveriş, insanların İslam'a karşı tavrını belirlemede göçer ve yerleşik kültürel şartlar gibi faktörlerin değerine yönelik duyarlılığını ortaya koymaktadır.

Ayrıca, Sultan Galiyev'in yazılarında ortaya çıkan, bütün geriliğine rağmen, varlığını sürdüren bir din şeklindeki bir İslam imajı değildir. İslam'ın sivil, siyasi ve ahlaki anlayışlarının esnekliğini takip eden Sultan Galiyev, birkaç örnek vermek gerekirse, su ve toprağın özel mülkiyetini reddetmesiyle delillendirdiği İslam'ın eşitlikçiliğine, gelişmiş bir vergi sistemine (zekat) ve lükse cevaz vermemesine büyük övgüde bulunmaktaydı. Doğu Ortodoks papazlarının tersine kilise gibi bir dini kurum yönetimi tarafından atanmayıp, bulunduğu bölgedeki insanlar, toplum tarafından atanan ve bunun neticesinde de kendisini atayanlara karşı bir sorumluluk duygusu tarafından yönlendirilen mollaları örnek göstererek İslam'daki demokratik uygulamaların önemine dikkat çekmiştir. Sultan Galiyev ayrıca, faaliyetleri sadece dini ayinleri yönetmekle sınırlı olmayıp, bir kural olarak aynı zamanda öğretmen, toplumsal sorunlarda arabulucu ve şeriat kanunlarının uygulanmasını takip eden bir otorite olarak hareket eden mollaların pek çok sorumluluğunu tespit etmek suretiyle din ile kültür arasındaki simbiyotik ilişkinin etkilerinin altını çizmiştir. Sultan Galiyev "Şüphesiz bir Rus papazın kendi mahalinde bir Tatar mollanın ya da Özbek ulemasının bir mensubunun kendi mahalindeki otoritesinden daha az bir otoriteye sahip olması bir tesadüf değildir" demektedir.

İslam'ın ahlaki kurallarının ilk geldiği dönemde Arapların yaşamlarında büyük bir gelişmeye vesile olduğunu söyleyen Sultan Galiyev, bunu göstermek için Arapların yeni dini kucakladıkları zaman çok eşlilik kurumundan sadece birini almalarını örnek göstermektedir. Sultan Galiyev'in fikirlerinin nirengi noktası olarak çok eşliliği seçmesinin bir tesadüf olması küçük ihtimaldir, çünkü İslam'ı eleştiren Batılıların çoğu gibi Ruslar da İslam'ın geriliğini vurgulamak için çok eşliliği görüşlerinin merkezine yerleştirmekteydiler. Kültürel izafiyet fikrine ulaşan Sultan Galiyev, İslam'ın müsaade ettiği sınırlı ve tahdide tâbi olan birden fazla eşliliğin, İslam öncesi Arabistanı'nda yaygın olan kontrolsüz çok eşlilik uygulamalarıyla mukayese edildiğinde büyük bir ilerlemeyi temsil ettiğini savunmaktaydı.5

Sultan Galiyev'in din karşıtı propaganda üzerine yazdığı makalenin kapsamı, onun yenilikçi (Cedidist) Müslüman ilahiyatçıların fikirlerine yaptığı referansların Rusya'daki ulemanın oldukça uzmanlaştıkları teolojik tartışmalarından bazılarına dair ilk elden bilgilere dayandığını ileri sürmeyi mümkün kılmaktadır.

Reformcu düşüncenin gelişimi ve bu düşüncenin dini tutuculuk ve skolastizme karşı zaferini göstermek suretiyle, Sultan Galiyev, Cedid düşüncesine katkıda bulunan Musa Carullah Bigiyev, Z. Kamali ve A. Bubi gibi ilahiyatçı ve düşünürleri zikretmektedir. Bu Müslüman düşünürler, Sultan Galiyev'in devrimden önce katkıda bulunduğu Müslüman gazeteler ile sıkı bir işbirliği olan insanlardı. Bu yüzden, Sultan Galiyev'in bu ilahiyatçı ve düşünürlerin eserlerini İslam'ı skolastizmden kurtarmayı amaçlayan ve devam etmekte olan gayretlere müspet katkılar olarak değerlendirdiğini tahmin etmek mümkündür. Bununla birlikte, bu atıflar aynı zamanda Sultan Galiyev'in Müslüman modernistlerin 1917'den önceki yıllarda uğraştıkları modern dünyada İslam'ın yeri ile alakalı dinamik söylemin dışında olmadığını da göstermektedir. Bu söylem ve yaklaşımlarla yetişen Sultan Galiyev, İslam'ın sadece modernite ile uyuşabileceğine ikna olmakla kalmayıp, Jizn' Natsional'nostey gazetesinde yayınlanan makalelerinin gösterdiği gibi, bu fikrin şampiyonluğuna da soyunmuştur. Bu makaleler sadece İslam'a karşı daha esnek bir politika izlenmesi için bir müdafaaname olmayıp, Sultan Galiyev ve onun takipçilerinin önemini vurguladıkları Ulusal Komünist Program'ın önemli noktalarının bazılarını da dillendirmekteydi. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Herhangi bir sosyalist sistem içinde Müslümanların ulusal kültürünü, hiçbir zarar vermeksizin, korumak. Müslüman toplumların şekillenmesinde bu kadar önemli bir rol oynadığı için, bunlar İslam'a karşı daha esnek olunmasının savunuculuğunu yapmaktaydılar.

2. İlk önce Tatar-Başkurt Devleti ve Türkistan Cumhuriyeti'ni kurduktan sonra, bunları Turan Federal Halklar Sosyalist Cumhuriyeti olarak birleştirmek ve buna daha sonra Azerbaycan ile Altay ve Çuvaş bölgesindeki gayrimüslim Türk halklarının topraklarını da dahil etmek suretiyle Sovyetler Birliği'nin bütün Türk ve Müslüman halklarının siyasi birliğini başarmak.

3. Üçüncü Dünya'nın tüm mazlum halklarının birliği olarak Kolonyal Enternasyonali organize etmek.6

Sultan Galiyev'in İslam'ı savunması, ulusal uyuma temel oluşturan unsuru sınıf dayanışmasının değil İslam'ın sağladığına olan inancından kaynaklanmaktaydı. Siyaseten kör ya da basiretsiz olmaktan çok uzak olan Sultan Galiyev, eski Rus İmparatorluğu'nun Müslümanları arasındaki sınıf farklılıklarının varlığının son derece farkındaydı. Ancak, Sultan Galiyev'in görüşüne göre, Müslümanlar arasındaki bu sınıf farklılıkları ne Ortodoks Marksist modunda bir klasik sınıf mücadelesi için katalizör olacak kadar, ne de bütün sınıfları birleşik bir cephe halinde hareket etmekten alıkoyacak kadar önemli değildi, çünkü diyordu Sultan Galiyev henüz 1918 yılının başlarında "sömürgeleştirilen bütün Müslüman halklar proletaryan halklardır. "

Sultan Galiyev ve onun Müslüman Ulusal Komünist yoldaşlarının Marksist teoriye getirdikleri en radikal yenilik, bu teoriyi kendi şartlarına göre yorumlamalarıydı. Bu yüzden, sosyalizmi baskı altındaki mazlum milletler için bir program olarak düşünmekteydiler. Sınıf mücadelesinin önceliğini reddeden Sultan Galiyev, ne endüstriyel proletaryanın ne de sanayileşmiş milletlerin sosyalist faaliyetlerin liderliğini üstlenemeyeceğini, çünkü bu rolün baskı altındaki kolonyal milletlere ait olduğunu ileri sürmekteydi.

En açık ifadesi ile bu teorik duruş, 1920 Temmuzu'nda Jizn' Natsional'nostey dergisinde "Doğu'da Proletarya Devrimi'nin Görevlerine Dair Tez" başlığı altında yer aldı. Sultan Galiyev ve takipçileri, Ortodoks Marksizm'in proletarya-köylü ittifakının yerine köylüler, devrimci burjuvazi ve ilerici din adamları ittifakını koydular.7 Eğer Marksist doktrinin böylesine sıradışı ve böylesine zıt bir şekilde yorumlanması 1920 yılına kadar Moskova'daki Komünist Parti liderliğinden bir resmi tepki gelmeksizin kendi haline bırakıldıysa, bu yılın güz aylarının bir doruk noktası teşkil etmesindendir. 1920 Eylülü'nde Müslüman Ulusalcı Komünistler, Bakü'de yapılan ve "Doğu'nun kurtuluşu ancak ve ancak Batı proletaryasının zaferi aracılığıyla gelecektir" denilen Doğu Halkları Kongresi'ndeki standartlarının reddedildiğini işittiler. Ulusal Komünizmi yok etmek için kampanya en erken 1923 yılında başlamış olmasına rağmen, Moskova ve Komintern tarafından desteklenen bu Kongre bir doktrin olarak Ulusal Komünizm'in ve siyasal aktivistler olarak da Ulusal Komünistlerin marjinalleşmelerinin başlangıcının sinyalini vermiştir. Ancak, 1923'ten bile önce, bir siyasi fırtınanın toplandığına dair pek çok önemli sinyal bulunmaktaydı: 1921 Ocak ayında yapılan Rusya Federasyonu Türk Halkları Komünistleri Konferansı'nda olduğu kadar 1921 Nisanı'nda yapılan Rus Komünist Partisi'nin Onuncu Parti Kongresi'nde de bunları Komünizmin Asya'da gelişimi önündeki en büyük engeller olarak gören Stalin "milliyetçilik" ve Türk Komünistlerin teorik zayıflığına saldırmıştır.8

Ancak, 1923 Mayıs'ında Sultan Galiyev'in katıldığı On İkinci Parti Kongresi'nden sadece bir ay sonra tutuklanmış ve 9-12 Haziran 1923 tarihleri arasında yapılan Ulusal Cumhuriyetler ve Bölgelerin İşçileri ile Komünist Parti'nin Merkez Komitesi Konferansı'nda kamuoyu önünde açıkça kötülenmiştir. Sultan Galiyev ihanet ve milliyetçi sapmalarla suçlanarak Komünist Parti'den atılmıştır. Sultan Galiyev'i kınayan Sekiz Maddelik Karar'da en ciddi suçlamalar, onun Zeki Velidi ile Bolşevik karşıtı Basmacı güçleri ile yaptığı sözde ittifaklar ile birlikte onun Türkiye ve İran'daki destekçileri ile bağlantıya geçerek Sovyet hükümetinin milletler politikasına karşı ortak bir platform oluşturma teşebbüsüne dairdir.9

1923 Haziranı'nda cezaevinden serbest bırakılmasına rağmen, Sultan Galiyev sadece bir "siyasal kişilik" olarak tamamen marjinalize olmakla kalmayıp, yoksulluğa da düçar olmuş, bu durum 1928 yılında ikinci kez tutuklanarak Solovki toplama kampındaki hapsine kadar sürmüş ve 1941 yılı Ocak ayında fiziken de ortadan kaldırılmıştır. 10

Sultan Galiyev'in ne 1923 yılında siyaset sahnesinden koparılması ne de 1941'de fiziken ölümü, fikirlerinin ölümünü netice vermemiştir. Aslında, 1923 ile 1928 yılları arasında başta Müslüman Ulusal Komünistler olmak üzere Sovyet hükümetinin çok yönlü Ruslaştırma politikalarına karşı, kültürlerinin eşsizliğini korumanın ve halklarının gerçek kurtuluşunu mümkün kılacak bir yol olacağı umuduyla açık bir direniş başlatmışlardır.

Volga Tatarları arasında, Sultan Galiyev'in "yoldaşları", cumhuriyetteki kilit konumları hala ellerinde bulundurduklarından dolayı, 1928 yılına kadar cumhuriyetin kültürel yaşamını kontrol etmeyi başarmışlardır: M. Burundukov, Milli Eğitim İçin Halk Komiseri; V. İshakov, Devlet Planlama Komisyonu Başkan Yardımcısı; K. Muhtarov, Kültürel Yönetim Komitesi Başkanı.

Kırım'da, Kırım Tatarları Otonom Sovyet Cumhuriyeti Halk Komiserleri Konseyi Merkez Yönetim Komitesi Başkanı olan Veli İbrahimov, bulunduğu konumdan yararlanarak Kırım Tatarlarının kültürel ihtiyaçlarının yılmaz savunucusu olmuştur. Ancak, Veli İbrahimov da bu cesaretinin bedelini 1928'de ödemiştir. Aynı yılın Ocak ayında "ihanet"le suçlanarak ölüm cezasına çarptırılmıştır.

Kazak Ulusal Komünistlerinin önde gelenleri olan T. Riskulov, M. Dulat ve A. Baytursun gibi daha önce milliyetçi Alaş Orda Partisi'nin üyeleri olan ve samimi olarak Rus sömürge yönetiminin yanlışlarını düzeltebileceklerine inanan kişiler Sovyet Rejimi'yle birleşmişlerdir. Bu isimler Kazak Komünist Partisi'nin sağ kanadı olarak ortaya çıkmışlar, partiden temizlenip fiziksel olarak tasfiye edildikleri 1937 ve 1938 yıllarına kadar Ruslaştırmaya karşı direnmişler ve Kazakların ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarını ve haklarını savunmaya gayret etmişlerdir.

Orta Asya'da, Sovyetlerden önceki yılların önde gelen Cedidist aydınları Ulusal Komunistler olarak yeniden ortaya çıkmışlar ve yeni rejime katılmak suretiyle, bu yeni rejimin kurumlarını kullanarak hâlâ Müslüman nüfusun ekonomik ve kültürel gelişmesine odaklanan kendi Cedidist gündemlerini geliştirmeyi sürdürmeye çalışmışlardır. Bu yüzden, Özbekistan Bilim Devlet Konseyi üyesi olarak A. Fıtrat ve Halk Komiserleri Konseyi Başkanı olarak F. Hocayev, Orta Asya Müslümanlarının kültürel mirasını korumak için harekete geçmişler ve yeni ideolojik inançlarına rağmen Rusların değişmeden kalan sömürgeci tavırlarına karşı düşmanlıklarını açıkça dile getirmişlerdir. 1938 yılı civarında her ikisi de tasfiye edilmiştir. 11

1938 yılı civarında "Sultan Galiyevizm" ve Ulusal Komünizm Sovyetler Birliği'nde açık bir siyasal hareket olarak yok edilmiş olsa da, Sultan Galiyev'in mirası Üçüncü Dünya'da yaşamaya devam etmiştir. Onun Marksizm ile İslam'ın, Milliyetçilik ile Komünizm'in birbiriyle uyuşabileceğine ve devrimlerin beşiği olarak Asya'nın rolüne dair fikirleri Hintli M. Roy'dan, Endonezyalı T. Malaka'ya, Japon Sen Katayama'dan Çinli Lin Shao-Shi'ye, Vietnamlı Ho Chi Minh'den Türk Nazım Hikmet ve Şevket Süreyya Aydemir'e, Cezayirli Bin Bella ve H. Boumedienne'den Mısırlı A. Nasser ve Libyalı M. Kaddafi'ye kadar geniş bir yelpazedeki entelektüellerin ve siyasi aktörlerin dikkatini çekmiştir.12

Kendi ülkesinde de, 1928'den sonra resmen sesleri tamamen susturulmuş olsa bile, Ulusal Komünistlerin idealleri devam etmiştir. Özellikle, Müslümanların maddi ve manevi refahı üzerinde sömürge yönetiminin etkisinin yarattığı kızgınlıklar etkili olmuştur. Bu kızgınlık ifadesini M. Gorbaçov'un açıklık (glasnost) politikaları döneminde Sovyet rejiminin Ruslaştırma politikalarının açıkça eleştirilmesi şeklinde ifadesini bulmuş ve aynı dönemde Müslüman kültürel mirasının dinamik bir şekilde yeniden ele alınmasıyla, SSCB'nin çöküşünü müteakip kompleks bir siyasi dönüşüm için sahne hazır hale getirilmiştir.

1 Bu bölümde verilen biyografik bilginin tümü, 23 Mayıs 1923'te I. V. Stalin ve L. D. Trotskii'ye sunulan Sultangaliev'in "Who Am I" adlı kendi otobiyografik skeçinden alınmıştır. Mirsaid Sultan-Galiev, Izbrannye Trudy (Kazan: 1998), s. 473-482.
2 Sultan-Galiev, a.g.e., s. 485-492 ve M. Sultan-Galiev, Stat'i Vystupleniia. Dokumenty (Kazan: 1992), s. 386-416.
3 I. G. Gizatullin, Zashchishhaia Zavoevaniia Oktiabria. Tsentral'naia Musul'manskaia Voennaia Kollegiia. 1918-1920. (Moskova: 1979) s. 1-75. A. Bennigsen ve Ch. Lemercier-Qelquejay, Islam in the Soviet Union (New York: 1967) s. 75-91.
4 Bu makaleler ayrıca bir kitapçık olarak yayımlanmıştır: Metody anti-religioznoi propagandy sredi musul'man (Moskova: 1922).
5 Metody, s. 6-12; M. Sultangali (ev), Stati, s. 14-15; s. 132-133.
6 M. Sultan gali(ev), "Sotsial'naia revoliutsiia i Votsok", Zhizn' Natsional'nostei, sayı. 38, 39 ve 42, 1919. Ayrıca, A. Bennigsen ve Ch. Lemercier-Quelquejay, a.g.e., s. 115-119.
7 Zhizn' Natsional'nostei, sayı. 27, 1920; A. Benningsen ve S. E. Wimbush, a.g.e, s. 54-55.
8 A.g.e., s. 57-58.
9 A.g.e., s. 84-86.
10 I. Tagirov, "Kem ul Soltangaliev?", Kazan Utlari, sayı 4, 1989, s. 163-174.
11 A. Bennigsen ve Ch. Lermercier-Quelquejay, Sultan-Galiev, Le pere de la revolution tiers-mondiste (Paris: 1986), s. 191-254.
12 A.g.e. s. 255-288 ve A. Bennigsen ve S. E. Wimbush, a.g.e., s. 108-128.

Avtorkhanov, A., Imperiia Kremlia: Sovetskii tip kolonializma (Vilnus: 1990).

Bennigsen, A., ve Lemercier-Quelquejay, Ch., Islam in the Soviet Union (New York: 1967).

, Sultan-Galiev, le pere de la revolution tiers-mondiste (Paris: 1986).

Bennigsen, A. ve Wimbush, S. E., Muslim National Communism in the Soviet Union. A Revolutionary strategy for the Colonial World (Chicago: 1979).

Gizatullin, I. G., Zashchishchaia zavoevaniia Oktiabria: Tsentral'naia Musul'manskaia Voennaia Kollegiia. 1918-1920. (Moskova: 1979).

Kaymak, E., Sultan Galiev ve Sömürgeler Enternasyonali (İstanbul: 1993).

Kasimov, G., Ocherki po religioznomu i antireligioznomu dvizheniiu sredi Tatar do i posle revoluitsii (Kazan: 1932).

, Pantiurkistskaia kontrrevoluitsiia i ee agentura-sultangalievshchina (Kazan: 1931).

, Sultangalievshchina-odin iz otriadov kontrrevoliutsionnogo pantiurkizma, (Kazan: 1930).

Khakimov, R. S., "Sultan-Galiev i sovremennyi mi", Tatarstan, sayı 11-12, 1992, s. 143-146.

Mohammadiev, R., Sirat Kupere: Roman (Kazan: 1992).

Provit sultan-galievshchiny i velikoderzhavnosti (Kazan: 1929).

Rubinstein, L., V bor'be za leninskuiu natsional'muiu polituku (Kazan: 1930).

Sagadeev, A. V., Mirsait Sultan-Galiev i ideologiia natsional'noosvoboditel'nogo dvizheniia: nauchno-analiticheskii obzor (Moskova: 1990).

Safarov, G., Kolonial'naia revoluitsiia. Opyt Turkestana (Moskova: 1921).

Sultanbekov, B. F., Pervaia zhertva genseka: Mirsaid Sultan-Galiev: Sud'ba, Liudi, Vremia. (Kazan: 1991).

Sultangali (ev), Mirsaid, Stat'i Vystupleniia. Dokumenty (Kazan: 1992).

Sultangali (ev), Mirsaid, Izbrannye Trudy (Kazan: 1998).

Stenograficheskii otchet IX oblastnoi konferenstii Tatarskoi organizatsii RKP (b) (Kazan: 1924).

Tahirov, I., "Ken ul Soltangaliev?", Kazan Utlari, sayı 4, 1989, s. 163-173.

Tainy natsional'noi politiki Ts. K. R. K. P Stenograficheskii otchet sekretnogo IV soveshchaniia Ts. K. R. K. P. 1923 g. (Moskova: 1992).

Yamauchi, M., Sultangali (ev), İslam Dünyası ve Rusya, (Ankara: 1998).

Lenin'in Türk Akrabaları!


Türk milliyetçiliğinin önde gelen isimlerinden Zeki Velidi Togan, gençliğinde komünistti.

5-9 Aralık 1917’de toplanan VII. Sovyetler Kongresi’nden sonra Bolşeviklerin lideri Vladimir İlyiç Ulyanov (Lenin) tarafından davet edildi. Sohbet sırasında Zeki Velidi, “Ulyanov” isimli Tatarca ve Çuvaşça bilen bir araştırmacının etnik kökenle ilgili kitabını Lenin’e hediye ederken sordu: “Yoldaş siz Tatar Türkü müsünüz?” Bolşevik lider kafasını kitaptan kaldırdı ve şöyle dedi...



SOVYET Devrimi’nin lideri Vladimir İlyiç Ulyanov (Lenin) Tatar Türkü müydü?

Sovyetler Birliği Merkez Komitesi Marksizm-Leninizm Enstitüsü tarafından çıkarılan “Lenin Biyografisi” adlı hacimli çalışmada, Lenin’in doğumu ve çocukluğu sadece iki sayfayla sınırlı.

Benzer resmi araştırmalarda da Lenin’in kökü/soyu/ailesi hakkında fazla bir bilgi yok. Kuşkusuz bunun nedeni vardı; Bolşevikler insanların soyları ve kökenleriyle pek ilgilenmediler.

Keza...

O dönemdeki adıyla Zeki Velidov,“Ulyanov” adlı bir araştırmacının 19’uncu yüzyıl ortalarında Kazan vilayetindeki Rus olmayan kavimlerin ve Çuvaşların etnografyasına ait neşrettiği kitabıLenin’e hediye ederken şöyle dedi:

“Bu esere bakılırsa yazar Tatarca ve Çuvaşça biliyor. Siz de Kazan doğumlusunuz ve soyadınız Ulyanov. Yoldaş aslınızda Tatarlık var mı?”

Zeki Velidi Togan’ın “Hatıralar”ında yazdığına göre, Lenin kitabı alıp teşekkür ettikten sonra, soy/menşei meseleleriyle hiç ilgilenmediğini, kitabın yazarının adını ilk kez duyduğunu ama araştıracağını söylüyor.

Lenin’in, ne kökeni ne de “Ulyanov”
adlı bir akrabası olup olmadığını araştırdığına ilişkin bilgi yok.

Kız kardeşi ve yakın çalışma arkadaşıAnna Ulyanova-Yelizarova tarafından Bolşevik Devrimi’nin 10’uncu yılında ünlü Granat ansiklopedisi için yazdığı Lenin biyografisinde aileye ilişkin hiç bilgi yok.

Lenin’in eşi N.K. Krupskaya’nın yazdığı üç ciltlik “Lenin’den Anılar” kitabında da bu konuya hiç değinilmiyor.

Lenin’in Alman yoldaşı Clara Zetkin’in“Lenin’den Anılarım” adlı çalışmasında, Filistin kökenli tarihçi İngiliz Tony Cliff’in yazdığı Lenin biyografisi gibi birçok çalışmada Lenin’in kökenine ait pek bilgi yok.

Bolşevikler Ekim Devrimi’nin kahramanıLenin’in aile kökenini serf/köle göstermek için çaba sarf etmişlerdi. Onlara göre Lenin’in soyundan çok, ait olduğu sınıfı önemliydi.

Günümüzde Lenin’le ilgili yeni biyografi çalışmaları yapılıyor. Bunlardan biri de Rus kökenli Fransız Prof. Hélène Carrère d’Encausse’a ait...

Lenin Kalmuk Türkü mü?

Vladimir İlyiç Ulyanov, 10 Nisan 1870’te Kazan/Simbirsk’te doğdu.

Bu kent Tatarların Ruslarla iç içe yaşadıkları bir yerdi.

Rusya tarihi uzmanı Prof. d’Encausse’unLenin’in aile şeceresine ilişkin bulduğu bilgiler şunlardı:

Lenin’in büyük dedesi Vasiliy Ulyanov1861 toprak reformundan çok önce özgürlüğüne kavuşmuş bir serfti. OğluNikolay Vasilyeviç Ulyanov terziydi. Ve eşi Kalmuk Türkü’ydü. Bu evliliktenLenin’in babası İlya Nikolayeviç Ulyanovdoğmuştu.

“İlya Nikolayeviç, Rus Çarlığı’nın en ilginç özelliklerinden birinin temsilcisidir. Birbirinden tamamen farklı halkların ve uygarlıkların karışımıdır o. İlya Nikolayeviç Ulyanov,
Rus’tur kuşkusuz, ama annesi Kalmuk’tur. Babası gibi Lenin de belirgin Asyalı özelliklerini, özellikle de çekik gözlerini,II. Katerina’nın bağımsızlıklarına son verdiği ve Rusya’da kalıp Budizm’den/İslam’dan vazgeçen Kalmukların yaşadığı Astrahan’da evlenen Moğol asıllı babaannesine borçludur.”

Azerbaycan’ın efsanevi sosyalist öncülerinden Neriman Nerimanov daLenin’in babaannesinin Kalmuk Türkü olduğunu yazmaktadır.

Lenin’in babaannesi Kalmuk Türkü’ydü.

Peki sadece bu iki araştırmacı mı bu görüşteydi?

Akım Arutyunov “Lenin” adlı çalışmasının birinci cildinin “Soyağacı” bölümünde,Lenin’in büyük dedesinin yaşadığı Astragan bölge arşivlerinde bulunan belgelere atıf yapıyor. Lenin’in Kalmuk babaannesinin soyunu şöyle sıralıyor:

“Herkesçe biliniyor ki, anne tarafından Lenin üç milletin kanını birden taşıyor (Yahudi, Alman ve İsveç). Baba tarafından ise Vladimir Lenin-Ulyanov’un annesinin babası, Kalmuk kısmından Lukyan Smirnov’muş. Onun oğlu Aleksey Lukyanoviç Smirnov bağımsız toprak ağasıymış. 1808 de 23 yaşındaki Annaisminde kızını evlendirmiş. Anna’nın kocası ondan 30 yaş büyük ve bu daLenin’in dedesi. Anna Alekseyevna 5 çocuk doğurdu ve son olanı İlya Nikolayeviç gelecekte Lenin’in babası oldu.”

Etnoloji uzmanlarına göre, Lenin’in küçük yassı gözü tipik Kalmuk Türkleri’ne benziyordu.

Ancak başka iddiayı dile getirenler de vardı...

Lenin Çuvaş Türkü müydü?

 Lenin’in Türk olduğunu iddia eden bir başka bilim adamı ise Çuvaş Cumhuriyeti Yazarlar Birliği üyesi Albina Lubimova.

Ona göre, Lenin’in ataları Çuvaş Türkü’ydü...

“Lenin’in babası İlya Nikolayeviç Ulyanov, Ulyanovsk’ta Halk Meslek Okulu’nun müdürüyken büyük Çuvaş bilim adamı ve pedagog İvan Yakovlev’le sıkı bir dosttu. Yakovlev, ayrıca Ulyanovsk’ta yapılmış ilk Çuvaş okulunun kurucusu ve Çuvaş alfabesinin öncüsüydü. İlya Ulyanov’un desteğiyle 1871’de Çuvaş Okulu devlet himayesine alındı ve 1877’de Çuvaş Öğretmen Okulu ismini aldı. Daha sonra Çuvaş Kültür Merkezi haline dönüştürüldü.

Kanımca, resmi tarihin satır aralarında bile yer alan bu bilgilere göre, Lenin’in babası İlya Nikolayeviç, (annesinden dolayı) kendisini Çuvaş hissediyordu. Bu yüzden Çuvaş halkına ve kültürüne ömrü boyunca hizmet ettiğini göstermesi açısından önemli sayılmalıdır.”

Lenin’in babası İlya Nikolayeviç Ulyanov,İvan Yakovleviç’in sadece dostu değildi; kendi eğitim düzeyi yüksek olan bir insan olarak (matematik öğretmeniydi), halkına okuma-yazma konusunda yardım ediyordu. İvan Yakovlev’le birlikte Çuvaş köylerinde 100’den fazla okul açmıştı.

Çuvaş Pedagoji Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanlığı’nı yürüten Prof.Gennadiy Tafayev, İvan Yakovleviç’inLenin’in vaftiz babası olduğunu iddia ediyor.

Çuvaşlar genellikle birini vaftiz babası olarak seçtiğinde ona karşı ya aşırı bir yakınlık duyardı ya da onu akraba gibi görürdü.

Bu ilişki o kadar yakındı ki Lenin, 1917 Devrimi’nden sonra İvan Yakovlev’in idam edileceğini öğrenince, “Ona dokunmasınlar” diye telgrafla emir vermişti.

Çuvaş tarihi uzmanı Anton Osipoviç Smolin de Lenin’in köken araştırmasını yapan akademisyenlerden. O da benzer tezler ileri sürüyor.

Lenin’in ataları Müslüman mıydı?

İslam 13’üncü yüzyıl itibariyle Orta Asya’da kök saldı. 16’ncı yüzyılda“Korkunç İvan”ın çar olmasına kadar geçen sürede gelişti. Rusya rönesansının doğumu ve bağımsız derebeylerinin tasfiye süreciyle Müslümanlar büyük bir kıyıma uğradı. Zorla dinleri değiştirildi. Hıristiyan olan Müslümanlara “Kiraşin”(dönme) deniliyordu.

Lenin’in ailesi Kiraşin miydi?

Tarihçi M.P. Makarov 16’ncı ve 17’nci yüzyılda Rusya’daki halkların zorla Hıristiyan yapılması üzerine yaptığı çalışmalarla biliniyor.

“İlya Nikolayeviç Ulyanov/Çuvaşları Aydınlatmak” isimli kitabında yukarıda yazdığımız iddiaları destekliyor.

Rusya’da 1666-67 yıllarında iki mezhep ortaya çıkmıştı: Vyatsk ve Nijegorodsk mezhepleri.

Meri, Çuvaş, Mordov gibi Tatar boyları Nijegorodsk mezhebine girmişti.

Nijniy Novgorod hariç Alatir, Kurmis ve Yadrin şehirleri de bu mezhebe dahil edilmişti. Tüm bu topraklar Çuvaşlara aitti.

Rus Çarları, Çuvaşları Hıristiyan dinine döndürmek için, her yerleşim yerine, aynı zamanda Rus misyoneri olan toprak ağaları atadı

Lenin’in dedesi Nikolay Vasilyeviç Ulyanov Nijegorodsk vilayetinin Androsovo Sergaçsk köyünden geliyordu. Köyünü terk edip kendine Rus demeye başladı.

Keza...

Çuvaşların kökleri üzerine 200’e yakın çalışması olan Prof. Gennadiy Tafayev,“Ulyanov” soyadının Hıristiyanlaşma zamanında “Ulyanan” isminden gelebileceğini belirtiyor.

Büyük ihtimalle “Ulyanov” soyadının bayan veya erkek “Ulyanan” isminden alındığını yazıyor. “Ruslar bu ismi Ulyanın şeklinde yazmış olabilirler. Üstelik o zamanki nüfus kâtiplerinin Çuvaşça bilmemesi de güçlü bir ihtimal. Çocuklara anne ve babanın isimlerini verme âdeti, şimdiye kadar güncelliğini hiç yitirmedi.”

O halde bu iddiaya göre Lenin’in sadece babaannesi değil, dedesi de “Kiraşin” idi. Çünkü bunlar üçe ayrılıyordu: Tam Hıristiyan olanlar, içi Müslüman dışı Hıristiyan olanlar ve içi dışı Müslüman olup yine de Hıristiyan din adamlarından haftada yarım saat din sohbetine mecbur kalanlar!

Sonuçta:

Lenin hayatı boyunca kökeniyle ilgilenmedi. Bunu önemsemedi. Soyunu bir ayrıcalık ya da ezilmişlik sorunu olarak görmedi.

Ama şurası da bir gerçek: Lenin öldükten sonra Sovyetler Birliği’nde etnik sorunlar çıkmaya başladı...


Lenin’in ünlü Türk hemşerileri


Yusuf Akçura:

Lenin’den altı yaş küçüktü. O da Kazan/Simbirsk’te dünyaya geldi.

Babası Hasan Akçurin zengin bir fabrikatördü. Babasını küçük yaşta kaybedince annesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Sonra tekrar Kazan’a gitti, sonra tekrar döndü. Tekrar gittiler, tekrar döndüler... Ünlü eseri “Üç Tarz-ı Siyaset”i Kazan’da yazdı. Kazan’daki “İslam modernleşmeye engel değildir” diyen Cedit Grubu içinde yer aldı. Rusya Türklerinin mücadelesine önderlik etti. İttihat ve Terakki’ye katıldı. Kazan ve İstanbul’da kurulan tüm Türk derneklerinin ve yayın organlarının içinde yer aldı. Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Türk Tarih Kurumu başkanlığı yaptı. 1935’te vefat etti.

 Sadri Maksudi Arsal:

Lenin’den dokuz yaş küçüktü. Kazan’ın Taşsu Köyü’nde doğdu. Dedesi, babası din adamıydı. Kazan’daki meşhur Allamiye Medresesi’nde öğrenim gördü.“Dilde fikirde birlik” tezini savunarak, zorla Hıristiyan yapılan Çuvaş Türkleri’ni de akraba gördü. Kazan Üniversitesi mezunu (ve burada Nakşibendi ile Kadiriler ile görüştüğü için Müslüman olduğu iddia edilen) yazar Lev Tolstoy ile sohbet etti. Paris Sorbonne’da hukuk okudu.

Kazan’daki Türklerin önderliğini yaptı. Duma’ya seçildi. Ekim Devrimi’nden sonra “Muhtariyet Heyeti Reisi” oldu. Sonra siyasi anlaşmazlıklar sonucu Kazan’dan kaçmak zorunda kaldı. Paris’te profesörlük yaparken Atatürk tarafından Türkiye’ye davet edildi. Türkiye üniversitelerinde çalıştı. 12 yıl TBMM’de milletvekili olarak bulundu.

Sultan Galiyev:

1892 Kazan/Ufa doğumluydu. Kazan Üniversitesi Tatar Pedagoji Enstitüsü’nü bitirdi. Öğretmenlik yaptı. Rus Komünist Partisi’ne katıldı. Kısa zamanda, Merkezi Müslüman Komiserliği üyeliği, Müslüman Askeri Örgütü Başkanlığı gibi üst düzey görevlere geldi. Adı “Müslüman Troçki”ye çıkınca Stalin tarafından 1940 yılında öldürüldü.

Şeyh Abdulaziz Bekine:

Aziz Bekkine’nin babası tüccar Halis Efendi Kazanlıydı. Aile 1890’ların başında İstanbul’a geldi; 1910’ta tekrar Kazan’a gitti ve 1921’de yine İstanbul’a gelip tüccarlığa devam ettiler. Ailenin son gelişi kuşkusuz 1917 Bolşevik devrimi sonucuydu. İlk İstanbul’a gelişleri bilinmiyor.

Sosyalist İslamcı Nurettin TopçuNakşibendi Gümüşhanevi Dergâhı şeyhiAbdulaziz Bekkine’nin sohbetlerine katıldı.

Necmettin Erbakan’dan Recai Kutan’a kadar birçok tanınmış politikacı da öğrencilik dönemlerinde Zeyrek Camii’nin yanındaki ufak ahşap evin konuğu oldular.

Şeyh Bekkine farklı bir din adamıydı. Kadınların kara çarşaf yerine manto-eşarp giymesini istiyordu.

Bakınız:

19. yüzyılda başlayıp 1917’deki Ekim Devrimi’ne kadar devam eden Ceditçilik hareketi Kazanlı Türkler arasında da dil, din, eğitim ve edebiyat alanında derin izler bıraktı. Medreselerde eski sistem“Usul-ü kadim” yerine, yeni sistem/modernist “Usul-ü Cedit”i savunanların arasında Abdünnasır Kursavi gibi açık fikirli din bilginleri,Şehabeddin Mercani gibi tarihçiler vardı.

Yani, başta İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencileri olmak ve dönemin bürokratlarının Şeyh Bekkine’ye mürit olmalarının nedeni bu açıdan pek araştırılmamıştır.

Abdül-Kayyum Nasiri:

1824 doğumluydu. Kazan Tatar Türkleri’nin ilk muhalif öncülerindendi. Kazan Tatarları için yeni bir yazı dili ve edebiyat oluşturmaya çalıştı. Sözlük olarak “Lehçe-i tatari” adlı eserler yazdı. Ceditçiydi.

Musa Akyiğitzade:

1887 yılında İstanbul’a gelen ve ömrünün sonuna kadar Türkiye’de kalanMusa Akyiğitzade, Kazan Türkçesi ile Türkiye Türkçesini karıştırarak kaleme aldığı “Hüsameddin Molla” adlı hikâyesi kimine göre Kazan Tatar edebiyatının ilk romanı olarak kabul ederler.

Ekonomist Akyiğitzade hep korumacı ulusal iktisadı savundu.

 Ayaz İshaki:

Roman, hikâye, tiyatro oyunu, hatırat ve tarih çalışmaları gibi 50’ye yakın eser bırakan Ayaz İshaki, Kazan Tatar ağzını yazı dili haline getirmeye çalıştı. Önceleri Rus narodniklerinin (halkçı) etkisinde kalarak eserlerinde sosyal konular işledi. 1917 yılında Rusya Müslümanlarının milli hareketine katıldı ve bazı resmi görevler üstlendi. Ekim Devrimi’nden sonra mülteci olarak Avrupa’nın değişik merkezlerinde ve Türkiye’de bulundu.

Şehabeddin Mercani:

19’uncu yüzyıl Tatar uyanışının öncülerindendi. Tatar tarihiyle ilgili ilk eserleri kaleme aldı.

Liste uzayıp gidiyor...

Sultan Galiyev - Görüşlerim

* 1929 yılında yayınlanan "Görüşler" KGB arşivinin 4 numaralı sandığında, 2 numaralı ciltin, 1 numaralı listesinde ortaya çıkmış ve Tataristan da,1995 yılında ilk kez yayınlanmıştır.

ASYA VE AVRUPA HALKLARININ SOSYO-POLİTİK, EKONOMİK, VE KÜLTÜREL GELİŞMELERİNİN ESASLARINA iLiŞKiN BAZI GÖRÜŞLERİMİZ.

1. METODOLOJİ

ve Avrupa Türk halklarının çağımızdaki sosyo-politik, ekonomik ve kültürel gelişmelerini tesbit etmek için kullanılacak olan esasların belirlenmesinden önce: konu ile ilgili görüşlerimizin metodolojisi üzerinde kısa bir şekilde olsa dahi, durmamız gerekecektir.

Herhangi bir anlaşmazlık ve belirsizliğin giderilmesi için, bir hususu ilk baştan açıkça söylemeliyiz ki, biz bu meseleye de (tüm diğer meseleler gibi) mataryalist dünya görüşü ve mataryalist felsefe açısından yaklaşmaktayız.

Ayrıca biz, bu devrimci felsefe mektebinin daha radikal olan ve diyalektik tarihsel mataryalizm diye adlandırılan koluna önem veriyoruz.

Kanımızca, mataryalist felsefenin bu kolu, önemli unsurlarının anlaşılabilmesi için en doğru ve ve bilimsel açıdan daha sağlam bir fikir sistemidir. Zira, ancak onun yardımı ile (sosyal) hayat olaylarının nedenlerini daha net ve gerçekçi biçimde tahlil etmek ve sonuçlarını önceden kestirerek sezmek mümkündür.

Fakat önceden şunu da söyleyelim ki, bizim -diyalektik, daha doğrusu enerjetik mataryalizm mektebine mensubiyetimiz: bu mektebin Batı Avrupalı temsilcilerini (Marksist veya Komünist denilenleri) körü körüne taklit etmemiz ve onların bu mektebin ürünü bildikleri veya öyle taktir ettikleri herşeyi körü körüne kopya etmemiz anlamına gelmez.

Bunu aşağıdaki nedenlerden dolayı yapmıyoruz:

1 )Bizce, mataryalist felsefe, Batı Avrupa biliminin 'müstesna malı değildir. Zira, belli bir düşünce sistemi olarak bu tür felsefe bu veya diğer şekilde (Fars, Arap, Çin, Türk, Moğol vb. gibi) birçok başka halklarda, üstelik çağdaş Batı Avrupa kültürünün ortaya çıkışından çok önceki tarihlerde görülmüştür.

2) Bizim bir çoğumuz, daha sonra Rusya Devrimi öncesinde, enerjetik mataryalist dünya görüşüne sahip olmuştuk. Bu görüş, bizim aramıza yapay bir biçimde ve dışardan enjekte edilmiş olmayıp: Rus milliyetçiliği'nin ve Rus Devletçiliği'nin üzerimizdeki zalimane ekonomik, politik ve kültürel baskılarının bizi ezmekte olan ağır koşullarının doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

3) Bizim, tarihsel mataryalizm taraftarlarına bağlılığımız: onların beyan ettikleri, keza diyalektik mataryalizmin Rus ve Avrupa tekelcileri tarafından takdim edilen her türlü fikri nesneyi "kutsal" bir şeymiş gibi tartışmasız olarak kabul etmemizi de kesinlikle gerektirmez.

İnsan, kendisini bin kez mataryalist, marksist, komünist veya şimdilerde Rusya'da moda olan ifadesi ile Leninist ilan edbilir. Bunu tüm dünyada olanca gücü ve sesi ile bağırabilir.Bu alandaki yüzlece ve binlerce konuda cilt kitap yazabilir. Fakat yine de asgari düzeyde bile gerçek mataryalizm ve komünizm ile ilgisi olmayabilir.

Tutum ve hareketlerinden de vaz geçelim, görüşlerinde ve vardıkları sonuçlarda da gerçek devrimcilik görülmeyebilir. Bu nedenden dolayı, biz, onlar karşısında herhangi bir yükümlülük almamakla birlikte, tüm beklentilerin aksine olarak, diyalektik mataryalizm üzerindeki tekelcilik haklarını tartışmaya davet ediyoruz.

Örneğin, birincisi sömürgeler meselesi, ikincisi de komüizmin, diğer bir deyişle sınıfsız ve kimsenin kimseyi istismar etmediği bir toplumun gerçekleştirilmesi yöntemleri..

Bu iki Konuda Rus Komünistleri ve onları takip eden Batı Avrupalı komünistler, aleni yanlışlar yapmaktalar... Bunun neticesinde de -insanlığın anarşi ve kargaşa baskısından kurtuluşu değil -talan, yoksulluk ve ölüm olacaktır. Onlar, Avrupa Kapilazmini ve soyguncu Avrupa Emperyalizmini eleştirmekleri ve yerdiklerinde, her zaman ve her konuda olmamakla birlikte kendileri ile mutabıkız.

Keza çağdaş Avrupa kapitalist kültürünün gericiliğini gündeme getirdiklerinde de mutabıkız.

Ne var ki, tüm bu düşüncelerden çıkardıkları sonuçlar ve sundukları reçeteler konusunda, kesinlikle mutabık değiliz.

Bizce onların sundukları reçete-ki Avrupa Toplumu'nun bir sınıfın (burjuvazinin) dünya üzerindeki diktatöryası yerine, onun karşıtı olan diğer sınıfın (proleteryanın) diktatöryasını öngörmektedir- insanlığın ezilen kısmının sosyal hayatına hiçbir önemli değişiklik getirmeyecektir. Her halükarda nesnel bir değişiklik olacaksa da, bu değişiklik iyileşme yolunda değil, kötüleşme yolunda olacaktır.

Bu sadece daha az gücü olan ve daha aşağı düzeyde organize bir diktatörün yerine, aynı kapitalist Avrupa'nın (ki, Amerikayı'da buraya dahil etmek gerekir) Avrupa çapında bütünleştirilmiş olan tüm güçlerinin dünya'nın geriye kalan kısmı üzerinde ortak diktatöryasının getirilmesi demektir.

Biz, bunun karşısında farklı bir tez ortaya koyuyoruz.

Şöyle ki,insanlığın yeniden yapılandırılmasının maddi zemini, yalnızca sömürge ve yarı-sömürgelerin metropoller üzerindeki diktatöyası aracılığı ile oluşturulabilir. Zira yalnızca bu yol, yer kürenin Batı Emperyalizmi tarafından zincirlere vurulmuş olan üretici güçlerinin kurtuluşu ve atılım yapması için gerçek bir teminat sağlayabilir. Biz bu metodolojiden hareketle, belirli bir sorular sistemi oluşturuyoruz ki, bunlara verilen cevaplar, başlıca meselemizin doğru bir biçimde çözümlendirilmesini sağlayacaktır.

Bu sorular, aşağıdaki konuları içermektedir.

1) Bir sosyo-organizma olarak Türk Dünyası, çağdaş dünyanın ekonomik ve politik sisteminde nasıl bir görüntü vermektedir?

2) Türk halklarının, tümü bir arada ve ayrı dallar olarak, normal ekonomik, politik ve kültürel gelişmeleri için hangi iç ve dış koşullara ihtiyaç duymaktadır?

3) Bu koşullar hangi yollardan hareketle sağlanabilir? Evrim yolu ile mi, yoksa devrimci atılımlarlâmı?

4) Bu veya diğer yönde yapılacak olan çalışmaların somut yöntemleri ne olmalıdır:

a) Strateji ve taktik yönünden?

b) Organizasyon biçimleri yönünden

Il- Çağdaş Dünyanın Ekonomi ve Politik Sistematiği İçinde En Sosyo Organizma olarak Türk Dünyası

Günümüz dünyasının ekonomik ve siyasi sistematiği içersinde çağdaş Türk Dünyası' nın yeri ve rolü konusunun çok önemli olduğu kanısındayız. Asya ve Avrupa Türk halklarının sosyo- politik, ekonomik ve kültürel gelişmelerinin esasları ile ilgili çözüm yollarını, buradan hareketle çizebiliriz.

Dünya'nın sosyal ve hukuksal ilişkileri kapsamında, kim ve ne olduğumuzu, bu ilişkilerin içeriğini anlamadan, kim olmamız gerektiğini de tesbit edemeyiz. Konun analizini, ikinci bölümden, diğer bir deyişle çağdaş dünyanın sosyal ve hukuksal- ekonomik, politik ve kültürel sistematiğini ele alarak başlayabiliriz:

1-Çağdaş Dünya Ekonomisi ve Politikası'nın Köleci- Sömürgeci-Emperyalist Karakteri;

Yer kürenin halkları arasındaki sosyal ve hukuksal ilişkilerin analizi, bir hususu ortaya koymaktadır:

Çağdaş insanlığı oluşturan milletler, sayı, sosyal ve hukuksal açılardan eşit olmayan iki kampa bölünmüş durumdadır.

Bu kamplardan birisinde, insanlığın yalnızca yüzde 20 ile yüzde 30'unu oluşturan ve tüm yer küreyi, altında ve üstündeki var olan her türlü ölü ve canlı zenginlikleri ile birlikte ele geçirmiş olan halklar bulunmaktadır.

Diğerinde ise, İnsanlığın beşte dördünü oluşturan ve birinci kampa mensup bulunan halkların, diğer bir deyişle 'efendi' halklarınekonomik, siyasal ve kültürel tahakkümü ve köleliği altında inleyen halklar yer almaktadır.

Efendilerin kendi medeni dillerinde 'uygar' olarak adlandırılan ve birinci kampa mensup olan halklar, insanlığın kölelikten, cehaletten ve sefaletten kurtarılması ile ilgili görevlendirilmişler!,

ikinci gruba mensup olan halklar ise onların dillerinde Vahşi', 'yerli' ve bu tür ibaralerle tanımlanmakta olup, birincilerin bilimsel görüşlerine göre: Efendi halkların çıkarlarına hizmet etmek için yaratılmışlar!

Yerliler ve vahşiler ise kendi kelime bagajlarının yoksulluğu ve bilim yoksunlukları yüzünden "medeni" halkları tanımlayabilmek için özel terimler üretememişler ve bunları yalnızca 'köpekler', 'eşkiyalar", 'cellatlar' veya benzer yakışıksız ve anlaşılmaz sıfatlar kullanarak tanımlama yoluna gitmişlerdir.

Avrupa ve Amerika'nın 'medeni' halkları,ki yerküre nin diğer kısımlarınada yayılmakta ve genel olarak 'Batı Halkları' diye adlandırılmaktalar, birinci katagoriye aittirler.

Asya, Afrika halkları ile Avrupalılarca sömürgeleştirilmiş olan Avustralya ve Amerikanın yerli halkları da ikinci katogoriye girmektedirler.

Bu iki grup arasındaki ilişkileri irdeliyerek şu noktayı tesbit etmiş bulunuyaruz:

Batı halklarının (metropoller), sömürge veya yarı sömürge halkları ile ilişkileri, tam bir kölelik ilişkileri niteliğindedir. Batılı halkların teknolojik ve kültürel gelişmelerini etkileyen bir takım tarihsel ve coğrafya koşulları, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan halklar arasında ekonomik ve kültürel ilişki araçlarının, diğer bir deyişle uluslararsı ulaşım yollarının ve askeri stratejik mıntıkaların, bu halkların eline geçmesini sağlamıştır.

Bu durum, Batı- Doğu medeniyetlerine mensup bulunan halklar arasındaki uluslararsı siyasi ve ekonomik ilişkilerde tüm inisiyatifin onların elinde birikmesi için zemin oluşturmuştur.

Avrupa'nın teknoloji ve kültürü, tarihin belli bir aşamasındaki var oluş mücadelesi sırasında, sözkonusu aşamada onların üzerine çökmüş bulunan ve zamanının dünya efendileri olan müslüman Asya ve Afrika halklarının teknoloji ve kültürüne kıyasla, daha güçlü bir direnç ve rasyonalizm sergilemiştir ki, buda onların diğerlerini ezmelerini ve gereken üslerin işgal edilmesinden sonra Asya ve Afrika kıtalarına yaymalarını sağlamıştır.

Dünya ticaret yolları, pazarlar ve hammadde kaynakları, küçük istisnalar dışında, Batı halklarının eline geçmiştir. Batı halkları, kendi ulusal kölelik sistemlerini, ki feodalizm dönemindeki toprak köleliği sistemi aslında köle ekonomisi olduğu gibi kapitalizm döneminde de sınıf baskısı bir tür kölelikten, insanın insan tarafından fakat bu sefer farklı bir biçimde istismarından başka bir şey değildir, siyah ve sarı kıtalardaki kendi sömürgelerine de taşmış ve bu kölelik sistemine uluslararası bir nitelik kazandırmışlardır.

Böylece, bu kıtaların halkları, fiiliyatta, kendi ülkelerinin zenginlikleri üzerinde mülkiyet hakları olmayan ve 'medeni' efendilerinin (metropolya halklarının) refahları için çalışan birer köle durumuna gelmişlerdir

2- Metropollerin Maddi Kültü Esaslarının Paraziter ve Gerici Karakteri, Çağımız Dünyasmda ki Gelişmelerin Başlıca Faktörüdür.

Çağdaş dünya ekonomisinin kapitalist köleci seciyesi, onun bir diğer özelliğini, günümüz dünyasında görülen gelişmelerin başlıca faktörü olarak çağdaş batılı halkların kültürlerinin toptan paraziter ve gerici karakterini de belirlemiştir. Metropollerin maddi kültürünün anlatılan özellikleri, şu iki hususu açığa çıkarmaktadır:

a)Statik Husus: insanlara gerekli olan Tüketim maddelerinin üretim ve tedavül araçlarının metropolya halklarının ellerinde tekel halindeı birikmiş olması,

Belli başlı tüm üretim araçları (fabrikasyon endüstrisi), tedavül araçları (banka sermayesi ve bunun alt yapısı), ulaşım ve iletişim araçları (deniz yolları, demir yolları, hava ukaşım araçları, telgraf ve radyografi, hammadde (petrol, taş kömürü, filizler, hayvansal ve bitkisel ürünler) kaynakları, keza endrüstriyel ürünlerin satış pazarları, topu topu 300- 350 milyon nüfusa sahip bulunan metropollerin ellerinde birikmiş durumdadır.

Batı, bu açıdan aynen dev bir ahtapot gibi,insanlığın beşte dörtlük kısmını sarmış ve onun tüm yaşamsal kaynaklarını sömürmektedir. Ve bu ahtopot, sadece bir deniz ahtapotu olmayıp, batının askeri buluşlarının ve savaş sanatının en yeni teknolojileri ile silahlanmış zırhlı bir ahtopotdur... Vurucu bir ahtopottur... ölümcül bir ahtapottur'..

Elbetteki bu kazanımlar, ahtapotun cesaret ve yiğitliğini arttırmamıştır.

Ne var ki ahtapotun korkakça zalimliği ve açgözlülüğü artış göstermiştir. Ahtapot şimdi sömürge ve yârı sömürge halkların kanlarını emerek, dünya halklarının daha geniş olan kısmının zayıflaması, pauperleşmesi(?), yozlaşması ve ölümü hesabına, daha küçük olan diğer kısmını zenginleştirmektedir.

b) Dinamik Husus: İnsanlığın Üretici Güçlerinin Azami Gelişmesi Açısından Metropollerin Maddi Kültürünün Paraziter ve Gerici olması.

Bu husus, birinci husus ile sıkı sıkıya bağlı olup onun devamını oluşturmaktadır.Gerçekten de, yaşadığımız bu dönemde, (dünyanın düzenleyicileri olarak metropollerin çağdaş kültürü nasıl bir şeydir?.. Neyin üzerine bina edilmiştir ve neye doğru gitmektedir?..

Mesele, Batı'nın madde kültürünün niteliğinin ve bu ekonomik sistemin (tekelci kapitalizm ve emperyalizm) yalnızca tekelci karekterde olmasıyla da bitmiyor. Mesele buraddadır ki, metropollerin maddi kültürünün içeriği, diğer bir deyişle tüm bu 'tekelci k a p i t a l i z m l e r ' i n emperyalizmlerin ve Batı (toplumu' na ait diğer sosyal katagorilerin asıl özü, onun şekli ile ilgili değil, dinamikleri ve özgün gelişme eğilimi ile bağlantılıdır.

Bu eğilim, Batı halklarının çağdaş maddi kültürünün varoluşu ve gelişmesinin, sadece Doğulu halklara karşı uygulanan kölelik ve tahakküm sisteminin korunması (diğer bir deyişle sömürge ve yarı sömürgelerin doğal zenginliklerinin istismarı) olarak değil, aynı zamanda bu ülkelerin üretim güçlerinin engellenmesi ve bunların maddi kültürünün ı artışına karşı set çekici bir baskı uygulaması olarak açıklanabilir.

Çağdaş Batı kültürü, hangi prensiplere dayandırılmıştır?.. Metropoller ve sömürgeciler için mal üretimi ve pazarlaması.' diğer bir deyişle dünyanın ekonomik süreci içersinde tekelcilik prensiplerine dayandırılmıştır. Çağdaş Batı Kültürü ne üzerine inşa edilmiştir?..

Sömürge ve yarı sömürgelerin kendi iç ekonomik gelişmelerinin engellenmesi, ulusal endüstri'nin yokluğu, diğer bir deyişle bu ülkelerin tarımcı - köylü karakterinin sürdürülmesi üzerine inşa edilmiştir ki, bu durumda bu ülkeler, kendi ekonomik faaliyetleri arsında, metropollerin, yani dünyanın tekelci endüstrisinin 'yardımı'na başvurmak zorunda kalsınlar. Tekelci sermayenin yardımına başvurma zorunda kalma süreci, somut olarak aşağıdaki unsurlardan oluşmaktadır.

a) Metropol ekonomilerinin başlıca unsuru olan ekonominin ucuz hammadde temini ile yaşatılması.

Batılı Halkların hammadde kaynağı olarak Asya ve Afrika halklarına yönelik işkalci politikaları ve bu polititikalarını beraberinde getirdikleri tüm diğer olaylar, bu noktadan kaynaklanmaktadır:

Birincisi, yarı sömürgelerdeki bağımsızlık kırıntılarına karşı verilen acımasız mücadeleler ve sömürgeler tarafından bağımsızlık yönünde sergilenen en küçük girişimin bile zalimce cezalandırılması... ikincisi ise metropollerin belli başlı ulusal grupları arsında sömürge mülkleri için aralıksız olarak sürdürülen rekabet savaşlarıdır...

Diğer bir deyişle, bir taraftan metropoller ile sömürgeler arasındaki sosyal ihtilafların artışı, diğer taraftan da diktatör metropollerin farklı soyları arsındaki ulusal ihtilafların kökenleri burada saklıdır.

b) Sanayi ürünlerinin ucuza mal edilişinin sağlanması.

Üretim teknolojisinin geliştirilmesi, metropollerin sanayi işçilerinin ve sömürgelerin yardımcı işçilerinin istismarı yoluyla gerçekleşmektedir. Metropoller de sınıfsal ihtilafların varlığı ve bu ihtilaflara dayalı olarak sınıfsal siyasi partilerin ortaya çikış nedenleri bu noktada saklıdır.

c) Metropollerin sanayi ürünleri için ucuz (karlı) satış pazarlarının sağlanması.

Metropollerin, sömürgeleri ve yarı sömürgeleri yalnızca kendi ellerinde kendi boyundurukları altında tutmak yönünde değil, aynı zamanda metropollerin sanayi ürünlerinin daimi satış pazarları olarak elde tutmaya yönelik sömürgeci politikalarının yoğunlaştırılması bu hususla ilgilidir.

Bu politikalar, sömürgeler ile metropoller arasındaki sosyal ihtilafların yalnızca yoğunlaşmasına neden olmaktadır ve bu ihtilaflar, birinci derecede uluslararası faktör niteliği kazanmaktadır.

Metropol maddi kültürlerinin gelişme sürecinin bu sonuncu unsuru, sömürgeler ile metropoller arsında oluşan ilişkiler açısından özellikle büyük önem taşımaktadır. Zira bu unsur, çağdaş batılı halkların kültürünün başlıca dinamiğini ve çağdaş insanlığın gelişme sürecinde ortaya çıkan tüm sosyal sapmaların da başlıca nedenini oluşturmaktadır.

Sözkonusu sapmalar aleni olarak ortadadır ve bunları yalnızca körler ve siyasi açıdan dejenere olmuş tipler inkara yeltenebilirleri Bu sapmaları şu şekilde sıralıyabiliriz:

a) Yerküre ve özellikle de sömürge ve yarı sömürgelerini zenginliklerinin insanlığın genel çıkarları açısından hunharca ve verimsizce işletilmesi.

Bu gerçeği yeniden kanıtlamaya ihtiyaç yoktur kanısındayım. Zira metropollerin kendi 'evlerinde' ki ve sömürgelerindeki ekonomik faaliyerine bakmak yeterlidir.

b) Dünya üretim sürecinin genel tedavül sürecinin irasyonel düzeni ve bunun sonucu olarak kütlevi insan enerjisinin verimsiz bir şekilde yokedilişi.

Metropollerin elinde yoğun bir şekilde birikmiş olan üretim araçlarının, hammadde ana kaynaklarından ve dünya satış pazarlarından uzakta bulunmalarından dolayı, hammaddenin üretim araçlarına ve bunlardan alınan ürünlerin de (malların) satış pazarlarına yönelik olarak uzak mesafelere taşınmaları gerekmektedir, örneğin, yün ve deri hammeddesi Tibet'ten Hindistan veya Afganistan'dan Büyük Britanya'ya doğru taşınmak...

Burada kumaş, ayakkabı ve diğer mallara dönüşerek gerisin geriye tekrar kendi anavatanına yolculuk yapmak zorundadır.

Aynen bunun gibi Türkistan veya Güney Kafkasya pamuğu (bu arada Baku petrolü de) önce medeni ülkelere söz gelimi Moskova veya İvanovo Voznessensk'e seyahat etmek, burada manifatura veya başka bir şeye dönüştükten sonra tekrar Türkistan veya Güney Kafkasya'ya, bazen de daha uzaklara (ıran, Afganistan, vb.) geri dönmek zorundadır. Araçlarınve insan enerjisinin ekonomik kullanımı açısından tam tersi bir yöntem, diğer bir deyişle, hammaddeyi kendi vatanında, yani sömürge ve yarı sömürge ülkelerde gerekli tüketim mallarına dönüştürmek, daha doğru bir hareket olacaktır.

Bu ülkelerdeki üretim araçları, ki bunları metropollerden sağlamak ve yeniden organize etmek mümkündür, dışında kalan tüm koşullar (hammadde, sıvı yakıt, kullanılmayan ve boşu boşuna yok olup giden insan enerjisi bunun yanısıra sömürge halklarının fabrika mallarına karşı duydukları kütlevi ihtiyaç) mevcuttur.

Söz konusu mallar, yalnız bundan sonra ihtiyaca göre yurt dışı yolculuklarına artık doğal biçimlerinde değil, medeni mallara dönüşmüş olarak ve oralardan gelecek olan tüketici talepleri ile orantılı olarak gönderilecektir.

c) Mevcut durumun ve mevcutl yapının (yani dünyanın ekonomik düzeninde görülen irasyonalliğin ve bundan ileri gelen sosyal sapmaların - adaletsizliklerin) sürekli ve düzenli bir biçimde korunması için insan enerjisi) kütlevi ve verimsiz bir şekilde harcanmaktadır.

Bu husus, Batı'nın azgın militarizminde, onun kara, deniz, ve hava kuvvetlerinin, iç ve dış koruyucu kontejyanının akıl almaz bir şekilde artırılması ile açığa vurulmuş bir durumdadır. Batılı halklar, yalnızca her türlü 'sarı', 'siyah' ve diğer 'tehlike' ve 'panizm' lerden değil, aynı zamanda 'birbirlerinden' de korunmaktalar.

d) Sömürge ve yarı sömürge ülkelerin üretim güçlerinin (yeryüzü nüfusunun büyük bir kısmı) doğal bir şekilde gelişmesinin engellenmesi., ki, bu zeminde sömürge ve yarı sömürge halklar ile metropolya halkları arasında aleni bir sosyal eşitsizlik oluşmakta, bir bütün olarak çağdaş insanlığın medeni yönden g e l i ş m e s i
engellenmektedir.

Sömürge ülkelerdeki gerici ekonomik ve sosyal düzenlerin muhafaza edilmesi, sömürgeci Batı Emperyalizmi'nin işine gelmektedir. Zira metropollerin eşkiya kültürü yalnızca bu gerilik zemini üzerinde soluk alabilir ve gelişebilir.

Sömürge halklarının karanlık ve baskı içinde tutulması, kendi tarihsel gelişmeleri içersinde insanlığın başına hapishane gardiyanı kesilmiş olan batılı halklar için gerçek ve yaşamsal bir ihtiyaçtır.

Metropolya halkları olan sömürge halkları arasında görülen sosyal eşitsizliğin nedeni burada saklıdır. Metropolya halkları, her türlü medeniyet nimetlerinden, teknoloji ve bilimden yararlandıkları halde, sömürge halklarının ana kitlesi, yarı aç ve dilenci hayatı içersinde sürünmektedirler.

Bir tarafta çelik ve granitten yapılmış gökdelenler, diğer tarafta miskin ve izbe barakalar... Bir tarafta otomobil, tranvay, otobüs, tren, buharlı gemiler ve uçaklar...

Diğer tarafta tembel kısraklar, Nuh zamanından kalma kağnılar ve arabalar...

Bir tarafta elektirikli sabanlar, traktörler, buharlı değirmenler, şuama sistemleri, yapay gübreler...

Diğer tarafta kara saban, kürek, kazma, ve tırmık...

Bir tarafta elektrik, telefon, telgraf ve radyo... Diğer tarafta kara çıra gaz lambası ve artı tüm diğer şeylerin yokluğu...

Bir tarafta güzel sanatlar, edebiyat, oyunlar, ve kahkahalar...

Diğer tarafta umutsuzluk ve karanlık, sürekli acılar ve gözyaşları..

. Bir tarafta tokluk, güven ve her yönüyle teminat altına alınmış bir yaşam... Diğer tarafta açlık, soğuk, sefalet, ölüm ve yozlaşma!...

Bu duruma hak verebilirmiyiz? Bütün bunları normal bir durum ve normal bir düzen olarak kabul edebilirmiyiz?.

Hayır ve yine Hayır!.. Bu durum, hangi ahlak öğretisi açısından bakılırsa bakılsın, en büyük sosyal sapmanın ve dünya çapındaki sosyal adaletsizliğin ifadesidir!

Metropollerin Ulusal kültürlerin Bütünleşme eğilimi.

Burada özellikle bir soruya cevap vermeden geçecek olursak, metropollerin kültürüne ilişkin yapmakta oldtğumuz analiz, yarım kalacaktır: Metropolya halklarının kültürü nereye yönelmiştir?.. Ve neye dönüşmek yolundadır?..

Bu sorular, söz konusu kültürün gelişme dinamiği ile sıkı sıkıya ilişkili olup, onun en karakteristik ve önemli özelliklerini, ki bunlar yakın döneme yönelik olarak dünyanın gelişme perspektiflerine açıklık kazandırmaktadır, birini ortaya çikarmaktadır.

Biz, bu özelliği bütünleşme, diğer bir deyişle, metropolya halklarının ulusal ve maddi kültürlerinin merkezileşmiş bir şekilde bütünleşmesi olarak tesbit etmeliyiz.

Böyle bir eğilim varmı? Evet vardır.

Yani emperyalist savaş, savaş sonrasında da Rusya ve diğer ülkelerde yaşanan devrimsel depremler, 'muzaffer' ülkelerin değişik grupları arasında günümüzde görülmekte olan 'diplomasi' mücadelesi, batılı halkların değişik siyasi partilerinin sergiledikleri harıl harıl çalışmalar...

Tüm bunlar, söz konusu eğilimin muhtelif şekillerde açığa vurulmasından başka bir şey değildir. Bu eğilim, şu iki çelişkinin baskısı altında cereyan etmektedir:

1) Metropolya halklarının mevcut maddi kültür yapısının (ulusal paraçalara bölünmüş olan özel mülkiyeti veya anarşist kapitalizm) özüne ters düşmektedir.

2) Bununla bağlantılı olarak, sömürgelerde metropollerin zulmünden kurtularak sosyal özgürlüğe ve ulusal kurtuluşlara kavuşma koşullarının oluşması, diğer bir deyişle sömürgelerin ulusal kurtuluş hareketleri güç kazanmaktadır.

Birinci çelişkiyi ele alalım. Bunun en somut ifadesi nedir?..

Şöyle açıklayabiliriz: Mevcut düzen, metropolya halklarının maddi kültürel esaslarının mevcut yapısı, ileride onlara sömürge halklarını düzenli biçimde: cezasız, belasız ve tam anlamıyla istismar etme hakkını vermeyecektir .

Metropolya halklarının maddi ihtiyaçları, bu halkların maddi kültürünün mevcut yapısını aşmış durumdadır.

Köleleştirilmiş insanlığın can damarlarının herkes tarafından ayrı ayrı ortak bir plan ve merkezi bir irade olmaksızın sömürülmesi, verimlilik açisindan istedikleri etkinliği yaratmamakta, beklenilen azami sonucu vermemesinin yanı sıra, soyguncuların isteklerinin yanı sıra, soyguncularının isteklerinin aksine çeşit çeşit sürprizi de beraberinde getirmektedir.

Görülüyor ki, sömürgeler ile yarı sömürgelerin ve insanlığın geriye kalan kısmının mevcut sömürülme sistemi, onların bedenlerindeki kanın devinimini tamamen durdurmak için yeterli değildir. Onlar, yaşamsal yeteneklerini muhafaza edebilir... Yaşayabilir, soluyabilir ve zaman zaman bu istismarcılar, başkalarının mallarını bölüşmek için kendi aralarında kavgaya tutuştuklarında, onlara karşı ayaklanabilirler.

Fakat... Batılı halklar, sömürge halklarının bu tür hareketlerine göz yumma gibi bir 'lüks'e izin verebilirlermi?.. Elbetteki hayır.

isteseler de istemeseler de, kendi maddi kültürlerinin iç yapısının değiştirilmesi: yeni, daha ileri, daha düzenli ve mükemmel bir ekonomik yapının oluşturulması, ekonomik gündemlerini işgal etmektedir...

Ve başka türlüsü de olamaz.

İçinde bulunduğumuz ve artık geçmekte olan dönemde, metropolya halklarının maddi kültürünün iç yapısının özelliği nedir?..

Bu özellik, iki temel üzerinde bina edilmiştir:

Ulusların kendi içlerinde özel mülkiyet. Diğer bir deyişle, üretim araçları ve elde edilen zenginlikler, ister ulus içersinde, ister değişik ulusların arasında, göreceli olarak dağınık durumdadır.

Birinci hususu, ulusun kendi içindekimülkiyet olgusunu ele alalım: Bu husus, batılı halkların maddi kültürünün gelişme süreci içinde hangi sonuçları vermektedir?.. Bunlardan birincisi, mülkiyet sahipleri- yani kapitalistler ve onların oluşturdukları gruplar (tröstler, karteller vb.) - bazı durumlarda ise değişik sanayi dalları arasında yaşanan rekabettir, Bunlar, kazanç ve daha büyük karlar peşinde koşarak birbirleri ile mücadele ediyorlar ve enerjilerinin büyük bir kısmını, bu mücadeleye harcanıyor.

Doğrudur... Sözkonusu rekebet, özel mülkiyete dayalı kapitalizmin tek ve zaruri ilkesidir. Sermayenin birikimi ve merkezileştirilmesi açısından ilerici bir rol oynamaktadır. Fakat, toplumsal çapta ve bağımsızlığa kavuşmak için can atmakta olan sömürgelerin var olduğu bir ortamda, böylesi bir rekabet, metropollerin istismar yeteneğini azaltmakta olan bir faktördür, örneğin, herhangi bir ingiliz, bir ingiliz kapitalist kuruluşu ile iş yapmak için Hindistan'a gidecekse, kendi sermayesinin bir kısmını benzeri bir ingiliz kuruluşu ile mücadele etmeye harcamak,güç ve imkanlarının bir kısmını bu yolda kaybetmek zorundadır.

İngiliz sermayesinin Hindistandaki soygun düzeni, ulusal düzeyde bir merkezileşme ve işbirliğinin olmayışı yüzünden, merkezileşme durumunun sonuç ve verimliliğin tamamını yüzde yüz olarak temin edememektedir, özel mülkiyet ilkesi, metropollerin gücü açısından diğer bir olumsuz faktörü, ulusun kendi içindeki sınıflararası eşitsizlikten doğan sınıf mücadelesini de beraberinde getirmektedir.

Sınıfların mücadelesi ortamı nda, Avrupa'da mevcut olan başlıca sınıfların ideolojisini yansıtan üç siyasi akım oluşmuştur:

Bu y ü k .Burjuvazinin -siyasi ideolojisi olan konservatizm..

Orta ve küçük burjuvazinin siyasi ideolojisi olan liberalizm ve işçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizm.

Bu sınıfların kendi aralarında verdikleri mücadele, ki fiilen ve belli ölçülerde siyasi iktidarı ele geçirme isteklerini yansıtmaktadır, bazı durumlarda metropollerin sömürgelere yönelik baskı gücünü zayıflatacaktır.

Bu noktada, rusyanın 1904 yılında Rus- Japon savaşında yenilgiye uğramasını örnek gösterebiliriz. Bu dönemde, Rusya içinde yeterince açık görünen bir sınıf mücadelesi yaşanmış... Liberal Rus ticaret- sanayi burjuvazisi, feodal toprak burjuvazisine yönelik birtakım talepler ileri sürmüştü. Rus işçi sınıfı da, bumların her ikisine yönelik siyasi taleplerle ayaklanmıştı.

Bu durum, Rusların savaş alanlarında yenilmelerinin başlıca nedenini oluşturmuştu.

Bu örneğin tersini kanıtlayan diğer bir örnek olarak da, Türkiye'nin uluslararası emperyalist çeteler üzerinde 1922 yılında muzaffer oluşunu gösterebiliriz. Ki bu zaferin esasen bir nedeni vardı: Bu dönemde ayaklanmış olan Kemalist Türkiye, ulusal bağımsızlık tutkusuyla birlik olan Türk ulusu'nun tüm sınıflarının oluşturduğu bir bütndü. Düşman ceohe

ise.ulusal ve ve sınıf çelişkilerinin fokurdamakta olduğu bir volkandı.

Ve biz burada bir hususu tesbit etmek zorundayız:

Çağdaş koşullar içersinde metropollerde sürdürülen sınıflar mücadelesi ve bunun gelişmesi, yine de batı hegemonyasının ilerlemesini engelleyici faktördür!

Yukarıda hatırlatmış olduğumuz ikinci husus: metropolya halkları arasında özel mülkiyet, diğer bir deyişle bunların ulusal rekabeti ve bu uluslar arsında mücadeleyi tahrik eden maddi kültürlerinde görülen bölünmüşlük de böyle bir faktördür. Bu faktörün varoluşu, dünyanın efendileri olarak metropolya halklarının durumlarını zorlaştırmakta, onların sömürgelere karşı ortaklaşa uygulamakta oldukları baskıları zayıflatmakta, sömürgelere manevra ve belli bir hareket imkanı sağlamaktadır. Türkiyenin bağımsızlığını muhafaza edilişi, Afganistan'ın bağımsızlığını ihya edilişi, Mısır'da bağımsızlık eğilimi belirtilerinin artışı nasıl mümkün olabilmiştir?

Hindistan'da, Marakeşte, Çin'de ve buna benzer yerlerde ulusal kurtuluş hareketlerinin güç kazanması hangi zeminde gerçekleşebilmiştir?..

Polonya gibi bazı eski ülkelerin yeniden ihya olması: Çekoslovakya, Letonya, Estonya, ve İrlanda'nın kurulabilmeleri nasıl gerçekleşebilmiştir?..

Nihayet Rusya'daki Rus olmayan ulusların ulusal kurtuluş hareketlerinin ivme kazanması hangi zeminde gerçekleşmektedir?..

Tüm bunlar .aslında metropollerin madde kültürlerinin bölünmüşlüğü sayesinde mümkün olabilmiştir. Metropolya halklarının kendi aralarında birincilik ve dünya hegomonyası uğrunda kavgaları sömürgelere karşı uyguladıkları baskıların gevşemesine neden olmakta ve bu sonuncuların siyasi bağımsızlık mücadeleleri için imkan sağlamaktadır,

ikinci çelişkiye, SÖMÜRGE ve YARISÖMÜRGELER'in kurtuluş mücadelelerine gelelim... Böyle bir hareket gerçekten varmı? .. Eğer var ise gerçektende gelişiyor ve büyüyormu?. Bu sorulara gerçeklerin dili ile cevap verelim:

Japonya: Yarım asır önce Japonya, fazla büyük olmayan yarı sömürge bir ülke idi Uluslararsı politikalara karışmayı hayal bile edemezdi. Fakat bir kez uyanmaya başlaması, Asyalı halkların korkulu düşü olmaya, Avrupa'nın Jandarması ve azılı feodal emperyalist olan Rusya'yı tuzla buz etmeye yetti ve arttı bile!..

Aradan 10 yıl bile "geçmemiştir ki, Japonya, Rusya'dan sonra diğer bir Avru palı emperyalist devletin Almanyanın ezilmesine iştirak ediyor.

Uzun süreli mi, değil mi?. Şimdilik Almanya rayından çıkartılmıştır. Japona ise ingiltere'ye karşı, Fransa, Çin ve Rusya'yı içine alan bir blok oluşturmaktadır. Eğer bu niyetleri gerçekleşirse, yarın deniz ötesi devleti ABD'ye karşı bloka da iştirak edecektir. Japon halkının geleceği, yerleşim için Sibirya kapılarının açılması, Japon sanayi ve ticaret sermayesinin faaliyetleri için Çin ve diğer ülkelerin kapılarının açılmasını zorunlu kılmaktadır, avrupalı emperyalist devletlerin parça parça edilerek ezilmeleri, Japonyanın çıkarlarına uygun düşmektedir.

Türkiye: Bu ülkede olup bitenler, çilekeş Türk Ulusu'nun en azılı düşmaniarınca dahi yakından bilinmektedir. Bu ülkede yeni baştan sağlıklı bir ulusal canlanma başlamaktadır. Bu sürece inanmayanlar veya kuşku ile bakanlar, sonuçlarını kendi içlerinde denemiş oldular.Türkiye'nin ulusal kalkınmasına gönül vermiş olan Türk işçi ve köylülerinin, ilerici Türk aydılarının süngüleri gereken kişilere gereken derslerini vererek nasıl düşünmek gerektiğini öğrettiler

. Eğer 400 yıl önce Rus Çarları, Kazan'ı, Kuzey Türklüğünün bu kalesini düşürmeyi ve yalnız Tatar savaşçılarının üzerinden geçerek Doğu'ya ilerlemeyi başarmışlarsa, bugün için de Batı Avrupalı emperyalistler yine Doğuya doğru doğru kendilerine yol açabilmek için Güney Türkler- Osmanlıları yenmek zorundalar.

Batılı Halkların doğuya yayılmaları öncesinde, Türkiye, onların çılgınca saldırılarına maruz kalmadımı? Batılı halklar, Asya ve Afrika'daki durumu gerçek anlamda kontrol altına alabilmek için Türk- Osmanlı savaşçılarının cesetleri üzerinden geçmek zorundalar.

Kazan'ın Rus saldırıları karşısında düşü şu de bir gün içersinde gerçekleşmiş değildir. Ruslar buraya onlarca kez saldırdılar. Tataristan'ın işgaline kadar, dönemin iki kuzeyli devi; Moskova ile Kazan arasındaki mücadele, on yıllar boyunca sürüp gitti. Bu zaferi sağlama almak, galip taraf için pek kolay olmadı. Yenilenler ile yeneler arasında acımasız katliamlar ve kıyımlarla dolu bir gerilla savaşı, on yıllarca devam etti. Bundan sonra, yenilenlerin azimleri kırıldı.

Türkler'i zayıflatmak: Balkanlar'ı, Mısır'ı, Arabistan'ı, Mezopatamya'yı Türklerin ellerinden almak için mücadele vermek zorunda kaldı. Avrupalı hükümdarlara Türkiye'yi sindirmek nasip olmadı. Olmayacaktırda..

Türkiye yaşıyor ve yaşayacaktır.

Türkiye yalnız yalnızca kendisi yaşamakla yetinmeyecek ve Avrupa tarafından zorla kopartılmış olan kendi eski parçalarına ve geri kalan tüm Orta Doğu'ya da hayat verecektir.

Çin: Dünya üzerindeki eski halkların en eskisi olan Çin Halkı, uzun süre uyudu. Fakat sonunda gözlerini açtı. Şimdilerde uyanmak üzeredir. Asırlık uykusundan uyanıyor. Şimdilik yatağında uzanmış haldedir ve uyuşmuş olan eklemlerini doğrultmakla meşguldür.. Ama yakında ayağa kalkacaktır. Artı hiç kimse onu yatakta tutamaz.

Son yıllar içersinde olup bitenler, bu halkın canlanmakta olduğunu göstermektedir. Çin Halkı, 1911 Devrimini yapabildi. Bir devrim daha yapabilir. Çin'in bölük pörçük olan parçaları, bu devrim sonrasında öylesine çelik bir yumruk haline dönüşmüştür ki, Batılı halklar bu yumruğu yedikten sonra kendilerine çok zor gelirler.

Çin'de periyodik olarak görülen iç savaş patlamaları, 400 milyonluk Çin Halkın'nm vereceği büyük konserin sadece uvertür kısmıdır. Çin Halkı'nın bu kanlı iç savaşında onbinler, hatta yüzbinler ölebilir. Fakat bu kurban verişler kaçınılmazdır.ve verilen kurbanlar boşuna verilmiş olmayacaktır. Çin'de iç savaşlar, Çin Halkı'nın bütünleşme sürecinin bir ifadesidir. Bu sürecin tamamlanabilmesi için bir kaç on yıl daha geçecektir.

Hindistan: Hindistan da uyanmaktadır. Hindistan'ın canlanma süreci, Çin'e kıyasla Jaha sancılı yaşanmaktadır ve bu anlaşılabilir bir durumdur. Hindistan Avrupalı aşkiyalar arasında en güçlü olanın-ingiltere'nin- sömürgesidir.Fakat bu eski deniz korsanı her nekadar korkunç olursa olsun. Hindistan'ın kurtuluş hareketinin karşısında dayanamayacaktır, ingiltere: baskı, satmalına, provakasyon ve diplomatik cambazlıklar! ile Hindistan'ın kurtuluş sürecini belki bir parça geciktirebilir, ama asla durduramaz.

Hindistan'ın kurtuluşu dalgalı bir seyir sergilemektedir. Devrimsel gerilimin yükselişi, zaman zaman yerini inişlere terk etmektedir. Fakat bir husus gayet iyi bilinmektedir. Hindistan halkının direnişinde görülen bu tür geçici inişler, yalnızca bir soluk alma niteliğinde olup, daha güçlü ve daha korkunç dalgaların gelmekte olduğunu haber vermektedir. Biz, kesinlikle eminiz ki, birgün gelecek, Hindistan'ın kurtuluş hareketi, Ingilterenin oluşturduğu her türlü yapay barajları aşacak ve tüm dünyayı - Mısır'ı, Marakeş'i ve Rusya'nın sömürgelerini de etkileyecektir.

Batının zulmünden kurtuluş korosu Mısır, Marakeş ve Rusya sömürgelerinin hareketleri ile bir kat daha güç kazanmaktadır. Ve bu hareketler Çin, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerin kurtuluş hareketlerinden hiçbir şekilde farklı değillerdir. Bu hareketlerin tümüde emperyalizmden, daha doğru bir deyişle batılı halkların egemenliğinden kurtuluş sloganı altında yürütülmektedir. Yalnızca, ülkelerin ve zamanların koşullarına bağlı olarak biçim ve tempo yönünden farklılık arzedebilirler. Güçlü veya zayıf... Hızlı veya yavaş... Fırtınalı veya sakin... Büyük veya küçük çaplı olabilirler.

Rusyanm Sömürge Halkları Mısır, Marakeş ve Batı'nın diğer Asya ve Afrika sömürgelerinde görülen hareketler üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde durmayacağız. Zira, bunların ana çizgileri gayet iyi bilinmektedir. Burada, Rusya'nın sömürge halklarının kurtuluş hareketlerini gözden geçireceğiz. Bizim tesbitlerimize göre, Rusyanm sömürgelerinde-Türkistan, kafkasya, Ukrayna, Belarusuya'da - Türk Fin ve Moğol halklarının kurtuluş hareketleri açıkça ortadadır.

Rusyanın Japonya karşısında aldığı ve 1905 Devrimi'ne neden olan yenilgi, bu ülkenin sömürgelerinin ve ezilen halklarının ulusal bilinçlerinin uyanmasına imkan sağlamıştı. Rusyanm dünya savaşı sırasında batı ve Kafkas cephelerinde uğramış olduğu yenigiler, 1917 Devrimi'ne neden oldu ve bu halkların kurtuluş süreçlerini hızlandırdı. Polonya, Finlandiya ve küçük Baltık devletlerinin Rusya'dan kopmaları, egemenlik haklarının genişletilmesi için sürekli olarak mücadele veren Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan, Orta Asya, Güney Kafkasya, Ukrayna ve Belarusya ile diğer cumhuriyetlerin, bunlarla birliktertam 10 özerk ulusal cumhuriyetin kurulması bu görüşün eh somut kanıtlarıdır.

Pan-Rusist'ler ve Pan-Rusistlerin yandaşları, 'demokrat' veya 'komünist' hangi maskenin arkasına saklanırsa saklansınlar, bu hareketi istedikleri kadar yok etmeye ve bölgeleri sıradan Rus eyaletleri durumuna sokmaya ve zayıflatmaya çalışsalar da, şimdilere kadar bu arzularını gerçekleştirememişlerdir. Ulusal kurtuluş ve bağımsızlık için mücadele veren ulusların artmakta olan aktifliği karşı sında, ne tür cambazlıklara baş vursalar da, yine de yapamayacaklardır. Bugüne kadar her ne yapmışlar ise herşey, onların istediklerinin tamamen tersine sonuçlar vermiştir.

Pan-Rusist'ler, SSCB'nin kurulması ile fiilen tek ve bölünmez Rusya'yı yeniden ihya etmek, diğer halkların üzerinde Velikorus egemenliğini yeniden temin etmek istediler.

Aradan bir yıl bile geçmemişti ki, tüm halklar, Moskova'nın Pan-Russist merkeziyetçi eğilimleri karşısında itiraz seslerini yükselttiler. (Sovyetler Birliği Merkez idare Kurulunun son Genel Kurulun da Millletler Sovyeti toplantısında olduğu gibi.)

Moskova Türkistan'ı ekonomik ve siyasi yönden zayıflatmak için Turan halklarını muhtelif küçük kabilelere bölmektedir.

Fakat en geç iki yıl içersinde, Turan'ın bu bölünmüş parçaları yeniden bütünleşme konusunu gündeme getirecek: daha güçlü, kudretli ve düzenli bir devlet kuracaklardır.

Rusya bu gün Moğalistan'ı, Çin'den ayırmakta ve bu ülkeyi 'ehlileştirmek' istemektedir. Moğalistan da Moskava'nın kucağına oturmanın pek aleyhinde değilmiş gibi gözüküyor.

Fakat bu ıvıogaıısıan yarın kendi ayaklarının üzerinde doğrulmayı başarır da kendi Kuruldan'ını (kurultay) sağlamlaştırsa, bu duruma ne der, orası belli değildir.

Son Rusya devrimi deneyiminden hareketle bu sonuca varıyoruzki, Rusya da iktidara hangi sınıf gelirse gelsin, bu ülkenin eski 'ihtişam' ve 'gücü'nü hiç kimse yeniden geriye getiremez.

Rusya, çok uluslu bir devlet ve Rus devleti olarak, kaçınılmaz olarak parçalanmaya ve bölünmeye doğru gitmektedir. Sonuçta iki şeyden birisi olacaktır YA RUSYA KENDİ ULUSAL PARÇALARINA AYRILARAK BİRKAÇ YENİ VE ULUSAL DEVLET OLUŞACAK.. YA DA RUSYA'DAKİ RUS HAKİMİYETİ'NİN YERİNE ULUSLARIN ORTAK HAKİMİYETİ GELECEKTİR. DİĞER BİR DEYİŞLE, RUS HALKI'NIN TÜM DİĞER HALKLAR ÜZERİNDEKİ DİKTATÖRYASININ YERİNE, BU HALKLARIN RUS HALKI ÜZERİNDE DİKTATÖRYASI GERÇEKLEŞECEKTİR!

Bu ikilem, koşulların oluşturduğu tarihsel bir zarurettir, ihtimaldir ki, birinci şık gerçekleşecektir. İkincisinin gerçekleşmesi halinde ise bu durum birinciye geçiş için yalnızca bir basamak teşkil edecektir.

Bu gün SSCB adı altında yeniden kurulmuş olan eski Rusya, uzun ömürlü değildir. Geçici ve muvakkat bir şeydir. Bu durum, ölmekte olan birinin son nefesi, son çırpmışılarıdır. Rusyanın dağılması fonunda, şu sıraladığımız ulusal devletlerin görüntüleri açık ve net bir biçimde belirmektedir. UKRAYNA (Kırım ve Belarusya ile birlikte), KAFKASYA (Kuzey Kafkasyan'nın diğer Kafkas bölümleri ile ittifakı şeklinde varolabilir), Turan (Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan ittifakı ve Türkistan Cumhuriyetleri Fedarasyonu olarak) Sibirya ve VELİRUSYA... Artık Rusya'dan kopmuş bulunan Fillandiya, Polonya ve küçük Ballık devletlerini burada saymıyoruz.

Sömürge ve yarısömürgelerin gerçekleri bu şekilde ortadadır. Bu kurtuluş hareketleri verdir.. Gerçektir... İlerleyecek ve gelişecektir!

Bilinmeyen Tarih: Sultan Galiyev Hasan Basri Gürses


İnsanlık tarihinde yaşanmış öyle kişilik­ler vardır ki, başarı veya zafer kazanmalarıy­la değil, yenilgileriyle ölümsüzleşirler. Yaşadıkları dönemin bir insanlık sorunsalını ken­di benliklerine öylesine içselleştirmişler, bir inanç ve ideal haline getirmişlerdir ki, son nefeslerine kadar bu uğurda eylemde bulun­maktan kendilerini alıkoyamazlar. Adeta trajediye yargılanmışlardır. Kaçamazlar. Adım adım trajik sonlarına doğru yürürler, ölürler ve ölümsüzleşirler.

Düşmanları onlan unutturmak, karala­mak, isimlerini tarihten kazımak için ellerin­den geleni yaparlar. Bazen kısa dönemler için bunu başarırlar da. Ancak, gerçek kah­ramanlar ölümsüzdür. Bilinçlerde ve gönül­lerde yaşarlar. Bir gün yeniden zuhur ediverirler. Adlarına destanlar kurulur şiirler, oyunlar ve romanlar yazılır. Yaşamları des-tanlaşır ve mitleşir. Bir davanın ve inancın simgesi olurlar.

Spartaküs, Hallac-ı Mansur, Şeyh Bed-reddin, Pir Sultan Abdal ve Ghe Guevara böyle yaşamlara örnek olabilecek ilk akla gelen isimler. İşte Sultan Galiyev de, böyle bir tarihsel kişiliktir. Kimdir Sultan Galiyev? Tam adıyla Mir Seyyid Sultan Galiyev kimdir?



Sultan Galiyev Kimdir?

Sultan Galiyev, 1917 Ekim Devrimi or­tamında Orta Asya Türk-Müslüman halkları­nın içinden çıkan ilk bolşevik komünistler­den biridir. Kısa sürede enerjik çalışması ve yetenekli kişiliği ile Kafkasya ve Orta Asya komünistlerinin düşünsel ve örgütsel lideri konumuna gelmişti.

Ekim Devrimi fırtınasının tüm dünyayı derinden sarstığı hareketli ve değişken olay­ların içinde, kritik bir konumda olması des­tansı ve trajik bir yaşamın kahramanı olma­sına yol açmıştır. Yaşamı 1917'den 1923'e kadar Ekim Devriminin bolşevik liderleriyle; Lenin, Stalin ve Troçki'yle birlikte Ekim Devriminin zaferi ve dünya devriminin ger­çekleşmesi için mücadele etmekle geçmiştir.

Sultan Galiyev bu mücadeleye neden katıldığını daha ilk günlerde, 1917'nin bir gü­nünde yazdığı şu sözlerle özlü bir şekilde di­le getirir: "Ben Bolşevizme, kalbimde duy­duğum halkıma olan büyük sevgimin it­mesiyle geldim."

Galiyev'in böyle düşünmesi ve karar vermesi için yeterli nedenler vardır. Zira Ga­liyev çarlık Rusya'sındaki Türk-Müşlüman halklarının bağımsızlık ve özgürlük için yüz­lerce yıldır verdikleri mücadeleyi benimse­miş ve kendini bu davaya adamıştır. Lenin'in önderliğindeki Bolşevikler de, "Halklar Ha­pishanesi" dedikleri Çarlık Rusyasına karşı mücadele ediyor, halklara özgürlük vadediyorlardı.

Bu nedenle bütün islâm dünyasında Bolşeviklik büyük bir sevinç ve sempatiyle karşılandı, islâm dünyası ezeli düşmanları olan Batı'ya, ülkelerini işgal edip sömüren İngliz-Fransız emperyalizmine karşı ayak­lanmış Bolşevikleri kadar müttefikleri ola­rak görüyorlardı.

Bolşevik devriminin islâm dünyasında sevinçle karşılanmasının bir başka nedeni daha vardı. Kafkasya ve Orta Asya Türk Müslüman halklarının Çarlık Rusyasıyla yüzlerce yıldır sürüp giden Hıristiyan-îslâm kutuplaşması özgürlük mücadelesi ve direni­şi Ekim Devrimi'yle sona eriyordu. Devrimin ertesinde doğrudan bu halklara seslenen çağrılarda bağımsızlık, özgürlük ve kendi kaderlerini tayin hakkı vadediliyor ve devri­mi desteklemeleri isteniyordu.

Kışlık Saray'ın ele geçirilmesinin üzerin­den henüz bir hafta geçtikten sonra, Halk Komiserleri Konseyi "Rusya Halklarının Hakları Bildirgesi"ni yayınlamıştı; Bu Bildirge'de şu haklar da sıralanıyordu:

"- Bu halkların eşitliği ve egemenliği;

- Ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı da içinde olmak üzere kendi kaderle­rini özgürce belirleme hakkı;

- Ulusal ve ulusal-dinsel düzeydeki tüm ayncalıkların ortadan kaldırılması;

- Rusya topraklannda yaşayan ulusal azınlıkların ve etnik grupların özgürce ge­lişmesi. "

Lenin ve Stalin 24 Kasım 1917'de imza­layıp yayınladıkları "Rusya'nın ve Doğu'nun Tüm Müslüman Emekçilerine"'baş­lıklı çağrıda ise şöyle sesleniyorlardı:

"...Rusya Müslümanlan, Volga ve Kırım Tatarları , Sibirya ve Türkistan Kırgızları ve Sartları, Transkafkasya'nın Türkleri ve Tatarları, Çeçenler ve Kafkas Dağlıları; Çarların ve Rusya'nın zalimle­rinin camilerini ve tapınaklarını yıktığı, inançlannı ve geleneklerini alaya aldığı sizler!

İnançlarınız ve adetleriniz, ulusal ve kültürel kurumlarınız bundan böyle özgür ve dokunulmaz olacaktır.

Ulusal yaşamınızı özgürce ve müda­halesiz olarak örgütleyin. Bu sizin hakkı­nız. Biliniz ki sizin haklarınız, Rusya'nın tüm halklarının hakları gibi, güçlü Devri­min ve onun organlarının, işçi, asker ve köylü temsilcileri Sovyetlerinin koruması altındadır.

Yoldaşlar.' Kardeşler! Gelin, dürüst ve demokratik bir barışa doğru birlikte yürü­yelim. Bayraklarımızda bütün baskı altın­daki halklara özgürlük yazılıdır.

Haydi bu devrimi destekleyiniz..."

Orta Asya ve Kafkasya'nın Türk-Müslüman halklarının devrimcileri Bolşeviklerin bu çağrısına olumlu yanıt verdiler. Halkları­nı örgütleyip birleştirerek seferber ettiler, iç savaştaki silahlı mücadeleye katılıp karşı devrimcilerin ve emperyalist işgalcilerin ye­nilmesinde, dolayısıyla Ekim devriminin muzaffer olmasında tayin edici bir katkıda bulundular.

Ne var ki, ilişkiler beklendiği gibi gitme­di. Verilen sözler tutulmadı. Reel politikalar için devrimci ilkeler çiğnendi. Sovyet yöneti­mi pragmatist ve hegemonyacı politikalara yönelerek doğulu komünistleri tasfiyeye yö­neldi.

Emperyalizme Karşı Mücadele ve "Sömürgeler Enternasyonali"

Sultan Galiyev, Sovyet ve Komünist En­ternasyonal politikalarına ilk eleştiri yapmış olan kişidir. Bu ilk eleştiriler sömürge halk­larının emperyalizme karşı kurtuluş müca­delesi ve Dünya Devrimi konularını kapsı­yordu.

Marksizmin kurucuları K. Marx ve F. Engels, düşüncelerini Avrupa ülkelerinin tarihsel evrimi ve somut koşulları üzerinde ge­liştirdiler. Avrupa merkezci bir temelde yo­rum ve tahminlerde bulundular. Sonraki yıl­larda da Marksizm Avrupa merkezci düşün­ce olmaktan kurtulamadı. Bu çerçevenin dı­şına çıkabilmiş ilk Marksist Lenin olmuştur denilebilir. Bunun nedeni Rusya'nın ikili (Avrupa'lı- Asya'lı) karakteri olabilir. Ancak, Lenin de, Avrupa merkezci düşünmeden kurtulamamıştır.

Lenin, Ekim Devrimi'ni dünya sosyalist devrimi için bir başlangıç olarak görüyor ve bu konuda asıl rolü Avrupa proletaryasına veriyordu. Lenin'in emperyalizm üzerine yaptiğı ve çıkardığı politik tahlillerle çelişir gibi görünse de bu böyleydi.

Bolşevikler Avrupa proletaryasının dev­rim yapacağına kesinlikle inanıyor ve güve­niyorlardı. Bu nedenle bütün poltikalan bu eksende gelişiyordu. Avrupa proleteryasının yapacağını düşündükleri devrim her an bek­leniyordu. Gün gün, ay ay bekleyiş sürdü.

Lenin Mart 1918'de şöyle yazıyordu:

"Alman işçileriyle kardeşçe ittifaka sa­dık kal. Onlar yurdumuza gelmekte gecik­tiler. Biz zaman kazanacağız, onların gel­diği günleri göreceğiz, ve onlar mutlaka yardımımıza gelecekler" (vurgular oriji­nalde)

Lenin, dünya devrimi vurgusunu ve Av­rupa proletaryasından devrim bekleyişini bu tarihten sonraki yazılarında've konuşmala­rında da tekrarladı. ///. Enternasyonal de," bu Avrupa merkezli devrim bekleyişi ve po­litikası üzerine kuruldu.

Sovyet ve Komintern yöneticileri Avru­pa proletaryasından dünya devrimi bekler­ken, Sultan Galiyev, onları emperyalizmi yenmek ve böylece dünya devrimini olanak­lı kılmak için Doğu'nun sömürge halklarına yönelmeye ikna etmek için çabalamıştır. Sultan Galiyev bu yöndeki düşünce ve çalışmalarıyla sömürge halklarının emperya­lizme karşı ilk ortak toplantısının gerçekleş­mesine öncülük etmiştir. 1-8 Eylül'de Bakû'de yapılan l.Doğu Halkları Kurultayı'nın fikir babası hiç kuşkusuz Sultan Galiyev'dir. Komintern yöneticileri emperyaliz­min yenilgisini ve sömürge halkların kurtu­luşunu sağlamayı, esas olarak emperyalist ülkelerin proletaryasının yapacağı bir dünya devrimine bağlıyorlardı. Galiyev'in görüşleri ise tam tersidir: Sömürge halklarının kurtu­luşunu bizzat bu halkların mücadelesi gerçekleştirebilir. Bu mücadelenin başarısı em­peryalizmin yayıldığı alanlardan kuşatılıp, sökülüp atılması, emperyalist sömürünün sona ermesi ve gücünün kesilmesi iledir ki, emperyalist ülkelerin proletaryasının kendi burjuvazilerini devirmesi dolayısıyla Dünya Devrimi olanaklı hale gelir.

Galiyev'in bu düşüncelerinin Lenin'in Emperyalizm teorisiyle uygunluk içinde ve onun mantıksal sonucu olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir.

,Sultan Galiyev düşüncelerini sonraki yıllarda daha da geliştirmiş ve projesini "Sö­mürgeler Enternasyonali" olarak ifadelendirmiştir. Bu özellikleriyle Sultan Galiyev, marksizmi bir doğu toplumunun somut ko­şullarına uygulama girişiminde bulunan ve bu nedenle Avrupa merkezci düşünmeye ve devrim stratejisi kurmaya eleştiriler getiren ilk üçüncü dünyalı devrimci olmuştur. Bu nedenle, üçüncü dünyacı devrimin babası nitelemesi abartılı olmayıp yerinde bir nite­lemedir. Bu düşünceler dünya çapında ta­sarlanmış ilk antiemperyalist mücadele stra­tejisi olmaları açısından da tarihi bir değere sahiptir. Benzer düşüncelerin daha gelişmiş biçimleri daha sonraki yıllarda emperyaliz­me karşı mücadele eden üçüncü dünyalı bir­çok devrimci tarafından dile getirilmiştir. Bu üçüncü dünyalı devrimcilerin en özgün ve ünlüleri Frantz Fanon ve Che Guevara'dır.

Doğa Halkları!

İngiliz Emperyalizmine karşı ayaklanın!

Avrupa proletaryası devrim yapmadı.

Emperyalist kuşatma ve saldırı altındaki sovyet yöneticileri ölüm kalım günleri yaşı­yordu. Kazanılmış iktidarı, başarılmış devri­mi yaşatmak ve sürdürmek mümkün müy­dü? Nasıl? Doğu sömürge halklarının emper­yalizme karşı ayağa kaldırılması emperyalist saldırıyı zayıflatıp durdurabilir miydi? Sov­yet ve Komintern yöneticileri tereddütler­den sonra yüzlerini Doğu'ya döndüler.

Zaten Doğu halklarının komünistleri Ekim Devrimi'nin ertesinden başlayarak Bolşevikleri bu politikaya çekebilmek, ikna edebilmek için çabalayıp duruyorlardı.

Nihayet, Sovyet ve Komintern yönetici­leri gelişen olayların da zorlamasıyla Doğu halklarına yönelmeye karar verdi. Komünist Enternasyonal 1. Doğu Halkları Kurultayının Bakü'de yapılması için çağrıda bulun­du. Kurultay 1-8 Eylül 1920 tarihinde toplan­dı. En çok sayıda delegeyi Türklerin oluştur­duğu, tümüne yakını islâm dünyasından gel­miş 2000'e yakın delege Kurultaya katıldı. Mustafa Suphi, başkanlık divanında yer aldı. Kurultay boyunca İngiliz aleyhtarı coşkulu hava kesilmeden sürdü. Adeta bir İngiliz Müslüman sömürgeleri kurultayı havasın­daydı. Nitekim, yayınlanan bildiri bütün do­ğu halklarını "emperyalist ingiltere'ye har­sı kutsal savaşa" ve ayaklanmaya çağırıyordu.  Kurultay'ın bitiminde Türkiye Komünist örgütlerinin birleşme kongresi başladı. Bu örgütler tek partinin çatısı ve programı altın­da birleşerek Türkiye Komünist Partisi'ni 10 Eylül 1920'de kurdular ve Mustafa Suphi'yi başkanlığa seçtiler.

1. Doğu Halkları Kurultayı her yıl geniş­leyerek yapılma kararı almış ve bir Propaganda ve Eylem Komitesi seçmiş ve coşkulu bir şekilde bitmişti. Katılım ve sonuç bekle­nenden çok daha başarılı ve güçlü olmuştu. Ancak Kurultay amaçlarına ulaşamadı. Erte­si yıl toplanamadı.

Sovyet yönetiminin politikasında birkaç ay içinde büyük değişmeler yaşandı, iç sa­vaş Kafkas ve Orta Asya halklarının da des­teğiyle bolşeviklerin lehine sonuçlandıktan sonra, 1921'de yeni bir dönem başladı. Sov­yetler içerde Yeni Ekonomi Politika (NEP), dışarda banş içinde bir arada yaşama, dost­luk ve diplomasi politikası uygulamaya baş­ladı.

Avrupa'da devrim olmamıştı. Ancak sö­mürgeler dünyası günden güne artan bir şe­kilde, boydan boya kaynıyordu, ingiliz ve Fransız işgali altındaki Kuzey Afrika'da, Or­ta Doğu'da ve Asya'daki ülkelerin hepsinde emperyalizme karşı bir mücadele vardı ve kolay kolay durulmayacağının işaretlerini de veriyordu.

  Sovyet yönetimi ve komintern sömürge­leri ayaklandırma politikasından neden geri çekilmeye, çekilmekten öte tam tersi bir politika izlmeye başladı. Baku Doğu Halkları Kurultayı'nın emperyalist İngiltereye karşı Kutsal Savaş Çağrısının daha mürekkebi ku­rumadan İngiliz hükümetiyle siyasi madde­leri de içeren bir ticaret anlaşması imzalandı.

Sömürgeleri ingiliz emperyalizmine karşı desteklemeyeceğiz!

Ingiliz-Sovyet Ticaret Anlaşması sadece sömürgelerdeki ve nüfuz bölgelerindeki sos­yalist mücadeleleri değil, ingiliz işçi ve sos­yalist hareketini de olumsuz yönde etkile­mekten geri kalmayacaktı.

Ingiliz-Sovyet anlaşmasında sadece tica­rete ilişkin hükümler yer almıyordu. Anlaş­mada şöyle deniyordu:

    "Her iki taraf karşı tarafa karşı düş­manca hareket ve teşebbüslerden ve kendi sınırları dışında sırasıyla, İngiliz İmpa­ratorluğu ve Rus Sovyet Cumhuriyeti ku­rumlarına karşı doğrudan veya resmi pro­paganda yapmaktan kaçınır ve daha özel olarak Rus Sovyet Hükümeti, başta Hin­distan ve Afganistan bağımsız devleti ol­mak üzere Asya halklarının hiçbirini as­keri, diplomatik veya herhangi bir eylem ve propaganda biçimiyle İngiliz çıkarları veya İngiliz İmparatorluğu'na karşı düş­manca eylemlere teşvik etme girişimlerin­den imtina eder. İngiliz Hükümeti, Rus Sovyet Hükümeti'ne, eski Rus Imparatorluğu'nu meydana getiren ve bugün bağım­sızlığını sağlamış olan ülkeler için benzer ve özel bir taahhütte bulunur."

Çiçerin, 18 Nisan 1921 tarihli bir cevabi notada anlaşmaya kesinlikle uyulduğuna söylüyor ve "özellikle Afganistanndaki tem­silci ve görevlilerince anti-britanya politika­dan sakınmaları için direktif vermiştir" diye ekliyordu.

Baku 1. Doğu Halkları Kurultayı'nın or­taya çıkardığı Türk ve İslam dünyasının bir­leşme, dayanışma ve mücadele potansiyeli­nin ingiliz emperyalizminin uykularını kaçır­dığı ve ürküttüğü kesindi. Bu durum Sovyet yöneticilerini de tedirgin etmiş olabilir miy­di? Bu mümkündür.

Zira açıkça ortaya çıkıyordu, daha doğ­rusu gelişmelerden anlaşılıyordu ki, Orta As­ya, Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerindeki Türk ve Müslüman halkların komünistlerin­de ve devrimcilerinde iki eğilim gittikçe güç­leniyordu: İslam dünyasının birliği ve Türk dünyasının birliği. Bu gelişme Avrupa em­peryalizmine karşı mücadele temelinde de gerçekleşse Sovyet yöneticilerini tedirgin et­miş olabilir.

Dış politikada da geri adım atmanın zorunlu politikası uygulandı. Mustafa Suphi ve yoldaşlarınınöldürülmesinden birbuçuk ay sonra Kemalist Ankara hükümetiyle ve Kuzeydeki Gilan Sosyalist Cumhuriyeti desteklenmeyip İran'la dostluk anlaşması imzalandı. Aynı günlerde İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşmasın da, sömürgelerde İngiltere aleyhtarı faaliyette bulunmamak taahüdü verildi.

Bunların yukarıda izah etmeye çalıştığı­mız nedenlerden dolayı yapıldığını bilsek da­hi, ortaya çıkardığı olumsuz sonuçlan bil­mek ve anlamak zorundayız.

Sultan Galiyev'in trajedisi, 192o'li yılların bu gelişmeleri çerçevesinde, doğru kavran­dığı zaman anlaşılır olmakta ve tarihi yerine oturabilmektedir. Sovyetlerin Doğu sömür­ge halklarını ayaklandırmaktan vazgeçmele­ri, ingilizlerle yapılan anlaşma ve Galiyev'in Anadolu'ya uzanan Sol kolu Mustafa Suphi ı* ve Yoldaşlar'ının öldürülmesi, Ankara Hükümetinin amacını Anadolu sınırları içinde bir devlet kurmak olarak ilan etmesi, Galiyev'in trajik sonunun başlangıcı olmuştur. Bundan sonraki yıllarda, konumu itibariyle bizzat varlığı bir sorun haline gelen, Sultan Galiyev sırat köprüsünün üzerinden yürüyerek kaçı­nılmaz trajedisine doğru sürüklenecektir.

  Sovyet yöneticileri tarafından Sultan Galiyev'e "mili komünist" olma nitelemesi suçlaması yapıldığını biliyoruz. Yine Sovyet yöneticilerinin Mustafa Kemal hareketi için "milli burjuva" nitelemesi yaptıklarını da bi­liyoruz.

Sovyet yöntemi 1920 sonlarından itiba­ren Mustafa Kemal hareketini fiili olarak desteklemeye başlamıştır. Mustafa Suphi ve Yoldaşları'nın öldürülmesine gerekli tepki gösterilmemiş ve öldürülmelerinden birbu­çuk ay sonra Ankara Hükümetiyle bir dost­luk anlaşması imzalanmış olduğuna yukarı­da değinmiştik. Anlaşmanın imzalanmasından sonrada Sovyetler Ankara'ya politik destekle yetinmeyip, para ve silah yardımı yapmışlar ve sürdürmüşlerdir. Ankara, hükümeti de Azerbaycan'da ve Gürcistan'da Bolşeviklerin iktidarı alması için fili askeri yardımda bulunmuştur. Kemalizme Sovyet des­teğinin daha sonraki yıllarda da sürdürüldü­ğü ve teorize edilip gerekçelendirildiği bilin­mektedir.

Baku Kurultayı sonrasında yaşanan, sö­zünü ettiğimiz gelişmeler yeni bir dönemin başlangıcıydı. Dünya devrimi hedefinden tek ülkede sosyalizmin kuruluşuna, devrimci enternasyonalizmden devlet sosyalizmine ri­cat edilmişti. Bu durumun hem dünya sosyalist hareketine hem de, Sovyetler Birliğinde ki, Türk Müslüman halklara çok ağır bedeli oldu.

Sultan Galiyev için ise trajedisinin baş­langıcıydı. Bunun sonrasını sırat köprüsü üzerinde yaşayacaktı.

Mustafa Suphi ve Yoldaşları'nın öldü­rülmesi Sultan Galiyev için çok ağır ve yeri doldurulamaz bir kayıp olmuştu. Mustafa Suphi, Galiyev'in Anadolu'ya uzanan sol ko­lu, çok sevdiği ve güvendiği fikirdaşı, soyda­şı ve yoldaşıydı. Sovyet yönetiminin ve Komintern'in en küçük bir tepki ve protestoda bulunmaması Galiyev'i tedirgin etti. Mustafa Suphi ve Yoldaşlan'nın öldürülmesine karşı yazılmış tek anma ve tepki yazısını Galiyev kendisi yazdı.

Doğu Halkları Kurultayı'nda seçilen Propaganda ve Eylem Konseyi'nin çalışma­larının sürüncemede bırakılması, Kurultay kararlarının yaşama geçirilmemesi ve Ku­rultayın takip eden yıllarda sürdürülmemesi Galiyev'e vurulan en büyük darbe oldu. Zira bu kurultay Galiyev için kafasında şekillendirdiği "Sömürgeler Enternasyonali" projesi­nin yaşama geçmesi ve kurumlaşmasıydı. Düşüncelerini ve amaçlarını paylaşan, çoğunluğu Türk-îsİam dünyasına mensup do­ğulu komünistlerin örgütlenmesi ve birleşmesiydi. Komünist Enternasyonalle aynı amaca yönelik-emperyalizmin yenilgisi, sömürgelerin emperyalizmden kurtuluşu ve dünya devrimi- ama ondan özerk ve tümüyle doğrudan doğulu komünistlerin yönettiği bir kuruluş olmalıydı ve olabilirdi. Bu aynı za­manda Sultan Galiyev için düşünce ve ey­lemlerini Rusya dışındaki Türk ve müslüman halklara ulaştırmak ve onlarla birleş­mek anlamına geliyordu. Dönemin özgün koşulları gereği Pan İslamizm ve Pan Türkizm ideallerinin bir kaynaşması ve kader birliği oluşuyor gibiydi.

O tarihte (1920) Pan-İslam (islam dünyasının birliği) ve Pan-Türk (Türk dünyasının birliği) düşüncenin (taraftar ve karşı olmak üzere) kendisini ilgilendiren üç muhatapı vardı. İngizi emperyalizmi, Sovyaet Devleti ve Ankara Hükümeti.

  Galiyev'in kurultaya katılmasının nasıl engellendiğini bilmiyoruz. Ancak görüşleri birçok Doğulu komünist tarafından dile geti­rildi. Kurultayın kararlan ve sonuç bildirisi de Galiyev'in düşüncelerine tamamen uyu­yordu. Kurultayın "Doğu Halklarına" çağrı­sı şu cümleyle sona eriyordu:

"Doğu Halklarının ve bütün dünya emekçilerinin emperyalist İngiltere'ye 'kar­şı Kutsal Savaş'ı sonsuz bir alevle yan­sın!"

İngiliz-Rus Ticaret Anlaşmasıyla Sovyet Hükümetinin İngiliz emperyalizmi'yle uzlaş­ması ve sömürgelerde ingiliz aleyhtarı mü­cadeleyi teşvik ve propaganda etmeme, des­tek vermeme sözü Galiyev'in ideallerine vu­rulmuş en büyük darbe oldu. Zira o tarihte Fas'tan Hindistan'a kadar bütün islâm dün­yası ingiliz ve Fransız emperyalizminin işga­li altında birer sömürgeydi. Galiyev ise bü­tün islam dünyasının Ingiliz-Fransız emperyalizminden kurtarılmasını amaçlıyordu.

İngiliz-Rus Ticaret Anlaşması ile aynı ta­rihte (16 Mart 1921) Ankara Hükümeti'yle Sovyetler arasında bir dostluk anlaşması im­zalandı. Ankara Hükümeti ile Fransa arasın­da da 20 Ekini 1921'de Ankara Anlaşması imazalandı. Bir süre sonra ingilizler Anado­lu'daki Yunan işgalini teşvik ve destekle­mekten vazgeçtiler.

İç savaş bitmiş, dış politika yoluna gir­mişti. Sovyet yönetimi için sıra iç sorunların çözümüne gelmişti. Bu sorunların başında da "ulusal sorun" geliyordu. Müslüman ko­münistlerin müttefik olarak desteği Sovyet yönetimi için hayati önemde olmaktan çıkmışti.

1921 yılında Sultan Galiyev Moskova'da kurulmuş olan Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV)de görev yapmaya çağ­rılır. Galiyev için böyle bir görev eylem cep­hesinden geri çekilmek, kızağa alınmak ve pasif göreve getirilmek anlamındadır. Ne var ki, görev çağrısı bizzat Lenin tarafından ya-pılmıştir. Galiyev öneriyi geri çeviremez, ka­bul eder. Lenin'e saygısı ve güveni vardır. Galiyev'in bu güveni nedensiz değildir. Ulu­sal sorun ve yerel cumhuriyetlerde izlenen politikalar konusunda Lenin'in hassasiyet gösterdiğini zaman zaman görevlilere çok sert uyarı mektupları yazdığını Galiyev de bilmektedir. Son yıllarında ise sağlık koşul­ları nedeniyle parti çalışmalarından uzak kalmış  ve bu çalışmaları dolaylı yollarla yönlendirme­ye çalışmıştir. Lenin'in son yazılarından biri olup sekreterine yazdırdığı ve "Kongreye Mektup" adıyla bilinen notlarının son bölü­mü "Milliyetler Sorunu ya da Özerkleştirme" başlığıyla tanınır. Lenin'in bu yazılan  ancak 1956 yılında yayınlanabilecektir. Le­nin'in bu konulardaki yazılarının yayınlan­masının engellendiği ve Galiyev'in Lenin'in bu görüşlerini benimsediği ve yerli komü-

nistlere ulaştırma çabalarında bulunduğu anlaşılıyor. Bazı kaynaklarda yer alan ve 1923 yılı Ocak ayında, parti bölge komitele­rine "gizli" damgasıyla gönderildiği belirti­len Politbüro ve Merkez Komite'nin sirküle­rinde şöyle deniyor: "Lenin hasta, hali iyi değil; o artık Politbüro oturumlarına katıl­mıyor, alınan kararlan da okumuyor, ge­rekli siyasi enformasyonu bilmiyor. Ona hatta gazete okumak da yasak. Doktorlar tarafından, bazı fikirlerini yazmak için,' günlük gibi birşey yazmasına ancak izin veriliyor. Yani onlan ancak hasta bir in­sanın yazılan olarak kabul etmek gerek. A.A. Andreyev, N.î. Buharın, F.E. Cerjins-kiy, M.A. Kolinin, L.V. Kamanev, V.V. Kuybişev, V.M. Molotov, A.Î. Rıkov, Y.V. Stalin, M.P. Tomskiy L.D. Troçki."

Ulusal sorun konusundaki politika deği­şikliğinin dile getirildiği ilk kongre, (Nisan 1923'te yapılan) RKP-b- 12. Parti Kongresi olmuştur. Engellemelere rağmen Sultan Ga­liyev kongreye katılmış ve konuşmuştur. Kongre'den kısa bir süre sonra Komünist Partinin 4. Konferansı toplandı (Haziran 1923). Ardından Sultan Galiyev tutuklandı. Ne var ki, Sultan Galiyev'in tutuklanması hal­ka ancak aylarca sonra, Rus Komünist Parti­si Merkez Komitesi'nin ulusal bölgelerin ve cumhuriyetlerin sorumlu emekçileriyle Moskova'da Stalin'in başkanlığında yapılan ve Rus olmayan tüm önemli yöneticilerin de hazır bulundukları IV. Konferans sırasında duyuruldu. Öyle anlaşılıyor ki tartışmalar bir hayli fırtınalı geçti, çünkü bazı yoldaşlar res­mi açıklamaları kabul etmeyi reddediyor ve Sultan Galiyev'in devrimci mücadeleye kat­kılarını hatırlatarak boşuna onu kurtarmaya çalışıyorlardı. Bu konferans bugün bile bir sır olarak kalmayı sürdürmektedir, çünkü ne stenoyla yazılan tutanakları, ne de Sultan Galiyev'in mahkum edilişinin tam metni, hiç bir zaman yayınlanmamıştır. Sadece Stalin'in söylevini ve bundan böyle "Sultan Galiyevcilik" diye adlandırılacak olanı içeren sonuç bildirisini bilmekteyiz. Stalin, iki yüz­lü bir şekilde, Merkez Komitesindeki yoldaş­larının önünde, bu "haini" Doğu Cumhuri­yetlerindeki nitelikli kadro kıtlığı yüzünden korumuş olduğunu bahane göstererek özür diler. Bundan sonra, "Galiyevciler* aleyhine başlatılan temizlik ve tasfiye kampanyası aralıksız 1940'lara kadar sürdürülmüş, Türk-Müslüman halkların ilk kuşak "yerli", "ulu­sal", komünistlerinin önde gelenlerinin yüz­lercesi tasfiye edilmişlerdir.

1923 Nisanı'ndaki parti kongresi sonra­sında Galiyev tutuklanmış ve bir süre sonra da serbest bırakılmıştır. Artık yol ayrımına gelindiğini Galiyev de kabul etmiştir. 7 yıla yakın bir süre gösterdiği yapıcı eleştiriler ve olağanüstü sabırlı bekleyiş olumsuz sonuç­lanmıştır. Sovyet yönetimi verdiği sözleri tutmamış, bizzat kendisinin savunduğu ve ilan ettiği devrimci ilkeleri çiğnemeye başlamştır. Türk-Müslüman halklara karşı önce­leri Çarlık Rusyası'nın uyguladığı şoven ve hegemonyacı politikalar şimdi sosyalizm adına sürdürülmeye başlamıştır. Bundan sonradır ki Galiyev'in Sovyet yönetimine gü­veni ve umudu tükenmiştir, işte bu noktada­dır ki Galiyev Sovyet Sosyalizm deneyiminin geleceği üzerine şaşırtıcı bir tahmin ve dahi­yane bir kehanette bulunmuştur:

"Rusya artık devrim yolunda geri gi­demez ama Marksizmi de ne daha fazla inkâr edebilir, ne de devrim öncesi durum­larına geri dönebilir, önünde sadece bir tek yol kalıyor, yavaşça sağa doğru kay­mak, böylelikle sağcı bir rejime zemin ha­zırlamak... gelişmesini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği formülü altında de­vam ettirmekte olan eski Rusya, çok fazla süremez. Sovyet Rusya geçici bir geçiş ol­gusudur. "

Tarih, Galiyev'i haklı çıkarmış ve kehânet gerçekleşmiştir.

Galiyev ölünceye kadar davasından vaz­geçmemiş 1923 yılından sonra çalışmalarına gizli olarak devam etmiştir. Sürekli takip ve tecrit ortamında bulunmasına, hayatının tehdit altında olduğunu bilmesine rağmen düşünce ve idealleri doğrultusunda çabala­maktan geri durmamıştır. Bu zor koşullar al­tında dahi Türk-Müslüman halkların devrim­ci aydınlarıyla (ulusal komünistler) ilişkiler kurmanın yolunu bulmuş, düşünce ve öneri­leriyle onları yönlendirmiş ve örgütlemeye çalışmıştır.

Sovyet yöntemi, ajanları eliyle Galiyev'den kurtulmak için Rusya dışına kaçma­sı, Türkiye'ye iltica etmesi için yol gösterici, kışkırtıcı ve hatta zorlayıcı çabalarda bulun­muştur. Ancak Galiyev halkından ve dava­sından uzaklaşmaya sebep olabilecek oyun­lara gelmemiştir.

Sultan Galiyev üzerine inceleme yapan batılı araştırmacılar onun düşüncelerini "Müslüman Ulusal Komünizmi" olarak ta­nımlamak eğilimindedir. Galiyev'in kendisi böyle bir kavram kullanmamıştır. Ancak Ga­liyev'in düşünceleri âdeta özgün bir "Türk-Îslam-Sosyalizm" sentezi intibaını vermek­tedir.

1921 yılında yazdığı "Müslümanlara yö­nelik Din Karşıtı Propaganda Metodlan" başlıklı yazısı önce "Milliyetlerin Yaşamı" dergisinin iki sayısında yayınlanır. 1922 yı­lında da Moskova'da broşür olarak basılır, ilginçtir ki bu yazısı islâmiyet üzerine yazıl­mış üstü örtülü bir "Kaside" gibidir, islâmın kültürel ve toplumsal değerleri ve dünya ta­rihindeki rolü özlü bir biçimde anlatılır, Islâm dünyasının emperyalizm tarafından sömürgeleştirilmesine karşı direnişinde islâm dininin ulusal kimlikle kaynaşmış olduğu be­lirtilir. Galiyev'in bu broşürü yazdığı tarihte bütün islâm dünyası Avrupa emperyalizminin işgali altında bulunmaktaydı.

Galiyev'in yazılarında Dünya Devrimi vurgusu sık sık yapılmaktadır. Galiyev o dö­nemin dünya gerçekliğini emperyalist ülke­ler ve sömürgeler dünyası olarak algılamak­ta ve düşüncelerini bu gerçekliğe göre oluş­turmaktadır. Galiyev dünya devrimini birkaç aşamalı tek bir süreç olarak tasarlar. Düşün­celeri Troçki'nin sürekli devrimini anımsa­tır. Galiyev'e kimilerinin "Müslüman Troçki" sıfatını yakıştırması sadece Sovyet yöne­timinin muhalifi olmasından değil, düşünce­lerinden dolayı olsa gerektir.

Galiyev, 1923-1928 yıllan arasında sö­mürgelerde devrim konusundaki düşüncele­rini daha da geliştirdi ve teorik netliğe ka­vuşturdu. Bu teoriye göre sömürge ülkelerin devrimcilerinin yöneteceği Komünist Sö­mürgeler Enternasyonali kurulmalıydı. Emperyalizme karşı mücadele bu örgüt eliy­le sürdürülebilirdi. Bu Sömürgeler Enternas­yonali, Asya'nın, Afrika'nın ve Amerika'nın tüm ezilen halklarını bağrında toplamalıydı.

Galiyev'in tasarladığı böyle bir Sömür­geler Enternasyonali'ni kurabilmek için atı­lacak ilk adım Türk dünyasının yaşadığı coğ­rafyada oluşturulacak ve Türk dünyasının birliğini gerçekleştirecek Birleşik bir Türk Devletinin kurulmasıydı. Galiyev buna Turan Sosyalist Fedeatif Halk Cumhuriyeti? diyordu. Turan Sosyalist Cumhuriyeti bütün Türk-îslâm dünyasını birleştirecek, giderek üç kıtanın bütün sömürgelerini tek bir temel amaç etrafında örgütleyip "Komünist Sö­mürgeler Enternasyonali" ni kuracaktı. Te­mel amaç emperyalizmin sömürgelerden kovulmasıydı. O tarihte ve bugün de- Tûrk-islâm dünyası sömürge durumundaydı ve sö­mürgeler dünyasının üçte ikisini oluşturu­yordu.

Galiyev'in düşüncelerinde ve projelerin­de ilginç bir temel motif bir ideal ve adeta bir ütopya sezinlememek mümkün değil. Galiyev Türk-tslâm dünyasının kurtuluşunu ve bağımsızlığını birleşmesinde görüyor ve bunu sosyalizm idealiyle ilişkilendirip bir in­sanlığın kurtuluşu misyonuna dönüştürüyor. Emperyalizmin işgali ve tahakkümünden; kapitalizmin sömürüsü ve toplumu düşman sınıflara bölüp ulusal birliği parçalamasın­dan kurtulmuş bir insanlık dünyası.

Günümüz Dünyası ve Sultan Galiyev

Günümüz dünyasının manzarası ve ger­çekliği nedir? Günümüz dünyasının en temel gerçeği emperyalist sömürgeciliktir, insan­lık, "Avrupa Uygarlığının başlattığı ve 500 yıldır acımasızca sürdürdüğü sömürgeci sistemin yarattığı vahşet dünyasında yaşı­yor. Savaşlar, işgaller, darbeler, işkenceler ve katliamlar hep batının sömürgeci sistemi­nin sürmesi için yapılmıştır ve yapılmaktadır.

Sömürgecilik 500 yıldır kılık ve yöntem değiştirmiştir. Ama özü aynı kalmıştır. Sis­tem, klasik (vahşi) sömürgecilikten yeni sö­mürgeciliğe ve giderek çağdas-global sö­mürgeciliğe özünü ve amacını değiştirme­den evrilmiştir.

İnsanlığı emperyalizm ve kapitalizm sö­mürüsünden kurtarma amacı ve iddiasıyla yola çıkan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bir gecede (!?) Rus emperyalizmine dönüşmüştür.

Globalizm ve "Yeni Dünya Düzeni" dünya­nın emperyalist güç merkezleri tarafından paylaşılmasına verilen isimdir. Üçüncü Dün­ya (Azgelişmiş ülke-Çevre-Güney) ülkeleri denilen ülkelerin yarıdan çoğu Türk-îslâm dünyasına mensuptur. Bütün Türk-îslâm dünyası, Amerika-Avrupa-Rusya emperya­lizmleri tarafından nüfuz ve egemenlik saha­larına bölünmüştür. Ve bu ülkelerin hepsi emperyalist paylaşım içinde bölünmüş, pa­ramparça edilmiş, birbirine düşman eilmişbir durumdadır.

Beşyüz yıldır sürüp giden sömürgeci sistem kapitalizmin bütün pislik ve çelişki­lerini Üçüncü dünya halklarına fatura edip aktaracak bir mekanizmayı kurmuştur. Sa­vaşlar, katliamlar ve işgallerle bu mekaniz­mayı sürdürmektedir.

Bu nedenle Üçüncü dünya halkları, yüz­yıllardır işkenceleri, askeri darbeleri, enflas­yon ve devalüasyonları, infazları, etnik bo­ğazlaşmaları, işsizliği, açlığı ve yoksulluğu yaşayıp dururlar.

Bu durumun bu ülkelerde meydana ge­tirdiği toplumsal sorunlar ise saymakla bit­mez.

Kısacası Sultan Galiyev'in düşünceleri ve idealleri hala günceldir ve önümüzdedir.

Sovyet yönetimi Sultan Galiyevi 60 yıl boyunca yasakladı ve karaladı. Yazılarının yayınlandığı dergileri kütüphanelerden kal­dırdı. Adeta adını tarihten kazıyıp yoketmek istedi. Sultan Galiyev'i dünyaya tanıtan Aleksandr Benningsen-C.L.Quelquejay'ın araş­tırmaları oldu. Bu yazarlar bu konudaki ilk araştırmalarını 1960 yılında Fransızca ola­rak yayınladılar. Türkiye'de Galiyev konu­suna ilgi göstermiş az sayıdaki aydının (Ce­mil Meriç, Kemal Tahir, Attila ilhan) ilk bil­gilenme kaynağı da bu kitap oldu.

A. Benningsen-C.L.Quelquejay, Sultan Galiyev konusundaki araştırmalarını 30 yıl­dan fazla bir süre boyunca sürdürdüler. Ga­liyev konusunda araştırma yapmanın zor­luklarını belirtmek için, son yayınladıkları kitapları, (Sultan Galiyev, Le Pere de la Re-volution Tiers-Mondiste- Sultan Galiyev Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası)na\ önsözünde şu açıklamayı yapıyorlar.

"Ne ölüm tarihini, ne de ölüm koşulla­rını biliyoruz. Karanlık bir hücrede ense­sine bir kurşun sıkılarak mı öldürüldü? Uzak Kuzey Sibirya'daki bir ölüm kampında sefalet içinde mi öldü?

Bu biyografi denemesi de eksiksiz de­ğildir ve çok sayıdaki boşluk, çok uzak gö­rünse de ancak bir gün KGB'nin arşivleri­nin araştırmacılara açılmasıyla dolduru­labilecektir. Şu an için tarihsel bir rol oy­namış bir kişiliğin yaşamı ve fikirlerini ancak "dışarıdan gözlemlerle anlatabilece­ğiz; tıpkı hiyeroglif yazısını çözen Cham-pollion öncesi Eskiçağ tarihçilerinin Fira­vunlar dönemi Mısır'ının tarihini yalnız­ca Kitab-ı Mukaddes'ten ve Heredot Tari-hi'nden harekette açıklamaya çalıştıkları gibi"

Sultan Galiyev ve onun düşüncelerini paylaşmış yüzlerce doğulu komünistin yazıları ve yaşamları üzerine henüz bilgileri­miz çok sınırlıdır. Son yıllarda Sultan Galiyev'e ilginin arttığı görülmekte olup, Sovyet­ler Birliği'nin dağılmasından sonra bu ilgi daha da hızlanmıştır, ilgili kaynaklarda Ha-bib Tengur isimli bir edebiyatçının Sultan Galiyev isimli bir roman yayınladığı (Paris, Sinbad, 1985} yine Fransa'da Kenize Murat isimli bir gazeteci ve romancının aynı isimde bir roman hazırladığı belirtilmektedir. Yine kaynaklarda belirtildiğine göre Tatar Türk Aydınları "Sultan Galiyev Fikir Kulübü" adı altında örgütlenmiş olarak çeşitli etkin­liklerde bulunmaktadırlar.

Benzer bir ilginin Türkiye'de de oluştu­ğu gözlenmekte olup doğrudan Sultan Gali­yev'i konu alan üç önemli kitap yayınlanmış bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla Erol Kaymak'ın telif incelemesi Sultan Galiyev ve Sömürgeler Enternasyonali; Tatar Yazarlar Birliği Başkanı Renat Mııhammedi'nin Sul­tan Galiyev, Sırat Köprüsü isimli belgesel biyografik romanının çevirisi ve A. Benning-sen-C. L. Quelquejay'ın yukarıda sözünü etti­ğimiz Sultan Galiyev, Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası başlıklı araştırma ve ince­lemeleridir.

Gecikerek de olsa Türk okuyucusunun Sultan Galiyev' i tanıması olumlu bir geliş­medir. Sultan Galiyev'e ilginin artarak süreceğini, düşüncelerinin Türk fikir dünyasını zenginleştirerek etki ve katkıda bulunacağı­nı düşünüyoruz.

Sultan Galiyev'in Kısa Yaşam Öyküsü

Sultan Galiyev, bir köy öğretmeni olan Mir Said Haydar Galiyev'in oğlu olarak 13 Temmuz 1882 yılında, Başkırdistan'ın Elimbetova köyünde dünyaya geldi, ilkokulu köy ilkokulunda okudu. Daha sonra Kazan'dâ Tatar Pedagoji Enstitüsü'ne yazıldı. O yıllar­da ilerici ve devrimci genç Türk Tatar aydın­larının yuvası olan bu enstitüyü 1901 yılında bitirdi. Bir kaç yıl köy öğretmenliği yaptık­tan sonra 1905 yılında Ufa'ya geldi. Ufa Bele­diye Kütüphanesi'nde çalışmaya başlayan Galiyev, bu yıllarda Tolstoy'dan çocuk hika­yeleri, Zosariminski'den çocuk masalları gi­bi Rus edebiyatından Türkçe'ye çeviriler yaptı. Duyarlı, hümanist ve idealist bir kişili­ği olan Sultan Galiyev Ufa'daki sol kanat îslâm milliyetçileri ve devrimcileri ile ilişkiye girdi. Ufa'da yayınlanan gazetelere takma isimlerle yazılar yazdı.

Sonraki yıllarda Galiyev yeniden öğret­menliğe dönerek, Bakü'de bir Tatar öğretmen okulunda göreve başladı. Mehmet Emin Resulzade ile tanıştı ve Azerbaycan Müsavatçılarının sürdürdüğü milli harekete aktif olarak katıldı. Galiyev'in düşünceleri bu yılarda (1915-1917) Sosyalizme doğru ge­lişti. Ulusal ve toplumsal sorunları birleşti­ren yazılarını gazete ve dergilerde yayınladı.

1917 Şubat devrimi sonrası 1-11 Mayıs 1917'de Moskova'da toplanan Bütün Rusya Müslümanları Kongresine çağrıldı ve Ge­nel Sekreterliğe seçildi. Kongre sonrası Kazan'a geçen Sultan Galiyev, Molla Nur Vahidof tarafından örgütlenen (MUSKOM) Müs­lüman Sosyalistler Komitesine girdi. Bu komitenin yetkilisi durumuna gelen Sultan Galiyev, bolşeviklerle birlikte çalışmaya başladı ve bolşevik partiye katıldı. Bundan sonra başlıca amacı Orta Asya Türk-Müslüman halklarının ulusal ve toplumsal kurtulu­şu uğrunda çalışmak, bu halkların Ekim devriminin zaferine ve amaçlarına katılmalarını sağlamak oldu.Zira Ekim devrimi bu halkla­ra özgürlük vadediyordu. Yoğun olarak bu doğrultuda düşünceler geliştirmeye ve ör­gütlenmeler yapmaya başladı.

10 Ocak 1918'de bolşevik parti toplantı­sında Îdil-Ural'da Tatar Başkır Milli Devleti'nin kurulması yolunda girişimde bulundu. Molla Nur Vahitov un isteği üzerine Merkez Müslüman Komiserliği'nin adı Tatar-Başkır Komiserliği olarak değiştirildi. 10-16 Mayıs 1918'de Moskova'da Tatar-Başkır Cumhuriyeti'nin Kurucu Meclis hazırlık toplantısı yapıldı. Tatar-Başkır Burjuva milliyetçileri Zeki Velidi Togan ve Sadri Maksudi, Gali­yev'in karşısında yer alıyor ve dar bölge özerklik istekleri doğrultusunda Lenin'le an­laşmaya çabalıyorlardı. Galiyev ise Türk-Müslüman halkların bölünmesine karşıydı.

2 Mayıs 1918'de Molla Nur Vahidof baş­kanlığında Merkezi Müslüman Askeri Ko­mite kurularak Müslüman Kızılordusu'nun örgütlenmesi görevi Sultan Galiyev'e verildi. Sultan Galiyev, 5. Kızılordu'nun yüzde yetmişbeşini meydana getiren Tatar-Başkır Taburlarinı ve Müslüman Kızıl Alaylan'nı örgütledi. Molla Nur Vahidof ve Sultan Gali­yev 17-20 Haziran 1918'de Kazan'dâ Müslü­man Bolşevikleri Bütün Rusya Kongresi'ni topladılar. Bağımsız devlet kurma isteğinin tartışıldığı bu kongrede Sultan Galiyev Türk ve Müslüman bütün halkların Birleşik Cep­hesi modelini savundu. Burjuva milliyetçisi Zeki Velidi Togan grubu ise Türk halklarının ayrı ayrı federe devletler kurması görüşünü savundular.

Beyazlar ve Çek lejyonerleri 6 Ağustos 1918'de Kazan'a saldırdı. Moskova'da bulu­nan Molla Nur Vahidof, Tatar Kızıl Alayı'nın başına geçerek Kazan'a gitti, çarpışmalarda beyazlara esir düştü ve idam edildi. Molla Nur Vahidof un ölümü Galiyev için çok bü­yük kayıp oldu.

Sultan Galiyev'in Mustafa Suphi ile bir­likte çalışmaya başlaması da aynı günlerde oldu. Stalin'in başkanlığında Milliyetler Halk Komiserliği'ne bağlı olarak görev yapan Galiyev, Mustafa Suphi'yi "Yeni Dünya" gaze­tesini yayınlamakla görevlendirdi.

Galiyev'in bu yıllarda. Türkler arasındaki saygınlığı ve otoritesi çok yüksektir. Türk-Müslüman halkların komünistlerinin çoğun­luğu Galiyev'in yanındadır ve ilişki halinde­dir. Galiyev Doğu Komünist örgütleri Merkez Büro üyesidir. Aynı zamanda Müslü­man Askeri Kurul Başkanıdır. Galiyev'e bağlı askeri birliklerin karşı devrimci gene­ral Kolçak'ın kuvvetlerine karşı verdiği mü­cadele dolayısıyla bölgeye gelen Askeri Dev­rim Konseyi Başkanı Troçki de Galiyev'in karizmatik saygınlığından ve komünist ta­burlarından etkilenir.

1919-1920 yıllan Galiyev için yoğun ça­lışmalarla geçer. Zaman zaman Lenin'le gö­rüşür. 1920 Eylül'ünde Bakü'de "I.Doğu Halkları Kurultayı" toplanır. Kongre çağrı­sını yapan Komünist Enternasyonal'dir. Galiyev kongreye katılmaz. Katılmasının en­gellenmiş olması gerekir. Ne var ki, katılan delegelerin büyük çoğunluğu Galiyev'in gö­rüşlerini ya da benzerlerini dile getirir. Kongreye belirgin bir anti-İngiliz hava, ege­mendir. Emperyalist ülkelerin komünist de­legeleri ile sömürgelerden gelen doğulu ko­münistler arasında tartışmalar olur. Kurulta­ya katılanlar arasında Türk-Müslüman halk­ların temsilcileri çoğunluktadır.

Baku Kurultayı'nda bir Propaganda ve Eylem Komitesi seçilir. Doğu halklarının emperyalizme karşı ayaklanma çağrılan ya­yınlanır. Ne var ki, birkaç ay içinde Sovyet­lerin izlediği devlet politikasında büyük de­ğişmeler olur.

TKP yöneticisi Mustafa Suphi ve Yoldaşları Türkiye burjuvazisi tarafından hain bir tuzakla öldürülür. Birbuçuk ay sonra Sov­yetler Kemalist Ankara Hükümeti ile bir dostluk anlaşması imzalar. Benzer bir anlaş­ma İran Şahı ile imzalanır. Bunları Sovyet-İngiliz ticaret anlaşması takip eder. Fransız hükümetiyle ilişkiler kurulmaya başlanır. Sürekli her yıl yapılması düşünülen Doğu Halkları Kurultayları yapılmaz. I. Kurultayda seçilen Propaganda ve Eylem Komitesi programlanan çalışmalarını sürdürmez. Bu­nu iç politikadaki NEP (Yeni Ekonomi Politika) ve ulusal sorun konusundaki değişmeler izler.



Bu yeni gelişmeler Galiyev'in düşünce­leri ile ve giderek varlığı ile çelişecek, başla­yan bu süreç Galiyev'i trajik sonuna doğru adeta zorla sürükleyecektir.

Mustafa Suphi ve Yoldaşları'nın öldürül­mesi Galiyev'i son derece üzer. Mustafa Sup­hi, Galiyev'in adeta sol koludur. Türk-Müslü­man halkların bir ucu Orta Asyada ise bir ucu Anadolu'dadır. Galiyev için Mustafa Suphi Türk Dünyasının Anadolu Kolunun Komünist önderidir.

Galiyev için ikinci büyük darbe Doğu . Halkları Kurultaylarının sürdürülmesinden vazgeçilmesidir. Emperyalizme karşı bütün Doğulu sömürge halkların ayaklanmasının birleşik organı olacak olan bu kurultayların sürdürülmemesi son derece olumsuz sonuç­lara yol açmıştır. Hindistan'dan Orta Doğu'ya, Orta Doğu'dan bütün Kuzey Afrka'yı kucaklayarak Fas'a kadar uzanan bir coğrafya'da ingiliz ve Fransız emperyalistlerinin uykularını kaçıran bir mücadele vardı ve hertürlü gelişme potansiyelini taşıyordu. Sultan Galiyev bizzat Lenin'den gelen öneriyle Moskova'da göreve çağrıldı. Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi rektör­lüğü görev teklifini kabul etti. Lenin'e olan sarsılmaz güveni ve saygısı nedeniyle, kendi­si için Savaş cephesinden pasif göreve çekil­mek anlamına gelen bu görev teklifini red e­demedi.

1922 yılından itibaren Lenin'in rahatsız­lığının parti çalışmalarına ve kongrelerine katılmasına imkân vermemesi Galiyev için ayrı bir talihsizlik oldu. Galiyev'in 1923 Nisan'ında yapılan 12. Parti kongresine katıl­ması engellenmek istense de Kongreye katil­di ve konuştu. Haziran 1923'te tutuklandı. Galiyev'in bundan sonraki yaşamı, günü­müzde bile açıklığa kavuşamamış efsanevi ve trajik bir bilinmezliktir.

Sultan Galiyev, 1923'e gelindiğinde, Orta Asya ve Kafkasya Türk-Müslüman Halkları­nın, Türkiye, İran, Azerbaycan ve Afganistan komünistlerinin arasında otoritesi, saygınlı­ğı ve kişisel dostluk ilişkileri olan bir lider konumuridaydı. Ekim Devriminin ortaya çı­kardığı birçok kurum ve örgütte de önemli ve yetkili bir yönetici liderdi. Başta, Uluslar Halk Komiserliği (NARKOMNATS) 2. sekre­teri, Halk Komiserleri Konseyi (SOVNAR-KOM) üyesi. Devrim Komite Konseyi (REV-KOM) üyesi, Kazan Halk Komiseri (NAR-KOM), Müslüman Koleji yöneticisi, Doğu Komünist örgütleri Merkez Bürosu üyesi, Doğu Halkları Komünist Üniversitesi (KUTV) rektörü, Müslüman Kızılordu Askeri Komite Başkanı (Genel Kurmay Başkanı) görevleri olmak üzere Türk ve Müslüman halklara ait yirrniyedi. seksiyonun da yöneti­ciliğini yapıyordu,

Bu konumlanıştan da açıkça bellidir ki, Sultan Galiyev tüm yaşamını ve kaderini bolşeviklere bağlamıştı. Bu nedenle, kendi mil­letinden sosyalizm düşmanı burjuva milli­yetçisi aydınlarla çatışmalara girdi. Meyda­na gelen olaylarla, tarih, Sultan Galiyev'e trajik bir son hazırladı.

1923 sonrası yaşamı, esrarlı bir bilinme­yendir. Kümlerine göre 1923'te tutuklanıp serbest bırakılmış, 1928'de tekrar tutuklanıp 1930'da idam cezasına çarptırılmış ve bu ce­zası on yıl toplama kampına sürgün cezasına çevrilmiştir. Kimilerine göre 1928'de öldü­rülmüştür. Bazdan 1930, bazıları 1940 yılın­da hapishanede bizzat Lavrenti Beriya tara­fından kurşuna dizildiğini yazar. Bir iddiaya göre ise, toplama kampında ölmüştür. Bir başka iddiaya göre ise, Sultan Galiyev ceza­sını çektikten sonra itibarı geri verilmiş ve ikinci Dünya Savaşı'nda yüksek kızılordu rütbesiyle Doğu cephesinde Almanlara karşı savaşmıştır. Diğer bir iddiada ise, Sultan Ga­liyev'in Stalin tarafından özel olarak tahsis edilen bir apartman dairesinde Moskova'da yaşadığı ve 1952'de ölünceye kadar Stalin'in hizmetinde çalıştığı belirtilir. Görüldüğü gi­bi, Galiyev'in yaşamı trajedi kahramanlarına özgü söylencelere konu olmuştur.

Sultan Galiyev öldü. Veya öldürüldü. Galiyev'in uğruna bütün yaşamını verdiği idealleri, yaşadığı 1920'li yılların koşulların­da üretilmiş, mensubu olduğu Türk-îslâm dünyasına evrensel bir insanlık misyonu bi­çen bir "Nizâm-ı Âlem Mefkûresi"midir? Sul­tan Galiyev'in üç büyük ideali vardı ve bun­lar adeta bütünleşmiş, içice geçmiş bir sen­tez gibiydi. Birincisi, Türk-îslâm dünyası­nın birliği; ikincisi, bütün üçüncü dünyanın sömürülen ve ezilen mazlum halklarının bir­liği; üçüncüsü ise emperyalist kapitalizmin tahakkümünden ve sömürüsünden kurtul­muş bir insanlıktır. Sultan Galiyev bu ideal­lerini Turan Sosyalist Federatif Halk Cum­huriyeti, Komünist Sömürgeler Enternas­yonali ve Dünya Devrimi kavranılan ile ta­nımlayıp somutlaştırıyor ve sürekli bir devrimci mücadele süreci olarak tasarlıyordu.

Büyük ideallerin adeta ilâhi bir niteliği vardır. Belki gerçekleşmezler, ama ölmezler de. Bu idealler yaşadıkça, onlan paylaşanlar­la birlikte Sultan Galiyev de yaşamaya devam edecektir.



* Sosyalist Yayınları Sahibi Hasan Basri Gürses'in bu yazısı ULUSAL Dergisinin 1997 yılı Güz sayısından (4.sayı) alınmıştır.

Kendisi Galiyev ile ilgili ilk kitabı ve çevirisini okuyucuya kazandıran kişidir.